19 Ekim 2010 Salı

Premiership

Şu Premier lig güzellemeleri beni rahatsız etmeye başladı ki ben bu ligi zevkli bulmuyorum.

4 hatta 3 ingiliz büyüğünün oyunundan başka modern futbol denilebilecek, zevkli bir oyun oynayan takım yok, hatta Arsenal den başka paslaşmaya çalışan bile yok. Deli deli koşturmalar tempo yapacağız diye panikleyip habire top kaybetmeler, uzun uzun paslar...
Premier ligin olayı bana bir nevi apelasyon mantığı gibi geliyor yani şaraplık üzümlerini korumak için Fransızların aldıkları kararların futbol versiyonu gibi... Aman ağır top oynamayın, aman bir puan için defansa yatmayın, yok aşırı sertlik yapmayın. Sonra ne oluyor Chelsea'ye karşı Chelsea gibi oynamaya çalışan Wigan 8 yiyince Premier lig şahane oluyor... Haddini bilmeden kendini bilmeden oynamaya çalışmak niye güzel olsun ki.  
Esas soru şu galiba; Adamların kendi teamüllerini yaratması marka değeri için mi yoksa ligin veya futbolun temel kalitesi için mi? Bana hep birincisi gibi geliyor yani Nba'in reklam molası ya da sıkıcı maç sonu faullerine başvurmaması gibi bir durum ve bana bir Türk topçusunun atamadığı paslar veya gollerin yanında dişe diş mücadelesi kadar sahici gelmiyor. 
Belki sorunun aslı benim gibi düşünenler içindir futbol bir oyun mu gerçekten...

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Tesadüf

Aziz Yıldırım, Uefa kupasına tesadüf derken neyi kastetti bilmiyorum ama bu ülke de birileri başarılı oluyorsa akılla mantıkla olmadığı aşikar...Yani bu ülkenin bütün başarıları aslında bir "Tesadüf"...Pek huyum değildir ama evet Aziz Yıldırım'a katılıyorum...
Başarı, bir çalışmanın sonucunda gelir, birileri emek harcar-uğraşır-didinir ama bir plan, bir mantık olmadığı zaman kırk yılda bir olur hele ki arkası gelmediği zaman belli olur ki aslında bir tesadüfmüş...
Mesela kim Sürreya Ayhan'ın başarısının planlı olduğunu söyleyebilir veya Nevin Yanıt'ın...Bir insan çıkar ve çocuğu fark eder, çocuk şampiyon olur ondan sonra kamuoyu işin içine girer ve her şey yok olur...Bir jenerasyon yakalanır üstüne verirsin gazı Uefa kupası gelir,  jenerasyon dağılır her şey unufak...Peki kardeşim akıl ne zaman bizim kapımızı çalacak.
Ne bileyim dünya futbolu bu kadar aşikarken niye bizim futbol parametrelerimiz o seviyelere gelemiyor? hala niye başkanın keyfi ve şans kıskacındayız. Mesela buradan Aziz Yıldırım'a soruyorum, Barcelona'nın başarısına da tesadüf diyebilir mi? derse yıllarca bir futbol mentalitesini eğitim sistemi haline getirmek için çabalayan nice insana ayıp olmaz mı? Peki bu yöntemlerin onda birini Fener'e uygularsa başarısız mı olur?
Kolay sorularla suyu bulandırmayalım bunu görüp uygulamak için vizyon gerek, bilgi gerek araştırmak gerek, ee peki kardeşim bunca yıl mütaahitlik yapıp da diktiği yüzlerce binadan herhangi birisi ülke uygarlığına hiç bir yararı dokunmamış bir adamdan futbol uygarlığı için bir hamle yapmasını beklemek işi "Tesadüf"lere bırakmak değil midir?

8 Haziran 2010 Salı

Futbol stilleri üzerine 2

Boksta da olan bir tarzdır. Bir kısım boksör küçük küçükte olsa yumruklar atıp rakibini iplere sıkıştırıp maçı kazanmak ister, bir kısım boksör de hiç öyle işlere merak salmayıp direk bitirici yumuğunu atmak için kendini saklar...
...Mesela Apollo birinci gruba yakınken Rocky hep daha güçlü olan sol yumruğunu vurmaya çalışır hatta vurana kadar da bayağı bir dayak yer, tabi futbolda da bu iki tarzında karşılığı vardır ama yazının konusu Apollo'nun ki...
Bu tarz futbol stilinde hücum organizasyonları pek kullanılmaz önemli olan rakibi arka arkaya salvolarla sıkıştırıp hataya zorlamaktır bunu bazen büyük alan kaplayan topçularla yaparsın bazen çok koşan topçularla ama temelde rakibi baskı altına alma onu oynatmama ve kapılan toplarla hızlı olarak kaleye gitmeye çalışmak vardır.
Bir klişe olarak rakibin oyununu bozan takım demiyorum...Temelde amaç tabi ki rakibi bozmak hataya zorlamak ama moto mot öküzlerin koştuğu bir takımdan ziyade alanı maksimum seviyede parselleyen bir stil söz konusu, yani yapabilmek için oyun okumayı bilen oyuncular lazım...Vereceğim örnek 2000 gs'nin çılgın koşu performansı değil, Chealsea ve İtalyanlardır.
Mesela Angellotinin kupa aldığı Milan da bu kategoriye girer o takımın yavaş yavaş rakibini kaleye doğru itmesi sözkonusuydu bunu da yetenekli hücumculardan ziyade alanında büyük yer kaplayan oyuncularıyla yapıyordu, maçın başında sanki dengeliymiş gibi gözüken oyun pek de hücum varyasyonu olmadan, yavaş yavaş milanın kontrolune geçer, maçın sonlarına doğru rakibi artık kalesine sıkışmış olurdu ve bu oyunu, Maldini gibi bekler Seedorf gibi açıklarla oynuyordu(evet Seedorf sol açık oynuyordu)...Yani hızlı akıcı bindirici oyunculardan ziyade geniş alanlara hükmeden pozisyon almayı bilen ve tabi ki sert oyuncularla yapıyordu bunu.
İtalyanlar zaten yıllarca bunu yaptı yani basitçe savunma yaptılar sadece sahalarına sahip çıkıp biraz da sertleşince ortaya böyle bir oyun çıktı buna biraz teknik sosu ekleyince hep şampiyonluklar geldi, aslında Mourinho takımlarıda bu oyunun etkisini taşır, sık yer değiştiren hocalara uygundur çünkü uygulaması görece en kolay tarzdır ama sabırlı taraftar gerektirir.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

2010

O değil de bu bursa taraftarı bursaya gelen diyarbakırlıları taşladılar ve hiç ceza almadılar, diyarbakırlılar cezayı diyarbakırda kesmeye kalkınca maç yarım kaldı bursa hükmen kazandı yani bursa diyarbakırlılara kahrolsun pkk dediği için beleş 3 puan aldı... Ha şu var en azından dün gece diyarbakırlılar üzülmüşlerdir, gene onları sevmeyenler kazandı diye... 

Bir de kendi takım sevgisini başkasının üzüntüsü üzerinden tanımlamak garip değil mi? Yani Fener şampiyon olamadı diye sevinmeniz normalde o formaları giyip  dolaşmanız niye? koca bir sene giyemediğiniz formaları Fener, Trabzonla berabere kalıp Bursa şampiyon olunca giymek nasıl bir komplesktir...Emin olun bu takım gene şampiyonluklar görecek bu günler unutulacak ama koca ve karma bir güruhun milletin üzüntüleriyle dalga geçmesi unutulmayacak, işte bölücülük budur...

22 Mart 2010 Pazartesi

Ekolay 2

Bence tribünlerin, tezahürat(destek) konusunda bilimselliğe ihtiyacı var...Ve bir de ekole...

Nasıl ki futbol takımlarına sallıyoruz yeri geldiğinde, ekolsüz diye işte biz de taraftar olarak kendimize özgü bir tribün ekolü aramalıyız bence...
Bir kere şunu konu dışı bırakalım, desteğin temelinde maçı kazanmayı istemek ve taraftarın o maçı değiştirebileceğine olan inancı vardır...Bunlar yoksa zaten konuşacak bir şey de yok ama ya varsa işte o zaman bari akıllıca yapalım kaygısı taşıyorum, işte ekol de budur, bir şeyi akıl yoluyla yapabilmek.

Bir de bu probleme başlarken işin eğlence tarafı önemli, yani aslında niye o tribünlere gidiyoruz? Mesela salt eğlence, kendini eğlendirmek için mi veya iyi vakit geçirmek için mi, yoksa hem eğlenip hem takımına destek vermek için mi? Ben burada üçüncü gruba girenlerdenim ve tribünde ekol konusu da o grubu ilgilendiriyor yoksa insanlara nasıl eğleneceğini öğretmek haddimiz değil.

Bir kere bilimsellik için deney lazım...Hangi dakikada nasıl bir ses çıkıyor da bundan nasıl bir etki yaratılıyor. Islıklamak rakip futbolcu üzerinde etkili mi? veya ne bileyim belirli bir anda yükselen ses ya da tribünlerin bir anda coşması veya hakemin üzerine uğultuyla gitmek?...

Burada mesele takımı desteklemekse bu veya bunlar gibi sorulara verilecek cevaplar üzerine bir tribün ekolü önermeye çalışalım...Tabi ki en sevdiğimiz takım Fener tribünleri için...

Soruyorum size Fener tribünü deyince aklınıza ne geliyor? Mesela ben söyliyeyim; gürültücü bir taraftar, "samanyolu" ha bir de marşımız "viva la espana" peki koreografi-bayraklar v.s...Evet, son zamanlar da biraz da onlar...Bunlar dışında...Kocaman bir soru işareti...

Cevap aradığımız soruları özetleyelim:
1 Maça etki etmek için nasıl bir yol benimsenmeli
2 Fener tribünü denilince akla gelecek alamet-i farikalar neler olmalı.

Bir kere bence korkulan bir yer olmalı stadımız, ama böyle canhavli tarzı bir korkudan çok gerginlik, başaramama stresi yaratmalı rakip üzerinde, hakemlerin hata yapmaktan çekindiği ama aynı zamanda takım sevgisi konusunda dışardan bakan herkesi gıpta ettirecek bir tribün...Ve bayraklarıyla, koreolarıyla tabi ki şarkılarıyla maçları çeviren...

Şimdi bir iki örnek vericeğim...

Mesela efsane 0-3 den 4-3 lük antep maçında, herşeyden önce tezahüratlara toplu bir katılım var yani bütün stad beraber bağırıyor ve gök gürlemesi gibi bir yükleniş var ki rakibin eli ayağı kesiliyor...Yani bütün stadın katılımı etkili oluyor...Veya Parma maçı var ki meşalelerden çok o toplu gürleme hali tüyleri tikenletir...Yani görsellik ve gürültü önemli, ya da daha yakın, psv maçında ıslıklardan adamlar pas yapamamıştır...Islık da etkili... veya 4-4 lük cimbom maçında takım ne zaman desteklense gol atmış cimboma ne zaman küfür etsek gol yemiştik...Rakipe küfürden çok takımını destek daha etkili...

Bunlar gibi nice örnek sayabiliriz ama lafı uzatmadan sonuçlara geçelim...

Bütün staddan verim almak için ne yapmalı?

Mesela ben tribünde beste kirliğinin son bulmasından yanayım, karışık karmaşık besteleri öğrenmesi bile bir maç bitirecek vakit alıyor, maç seyrederken de söylenebilecek, mırıldanabilecek, çok bağırıldığında rakibe korku salacak kısık bağırıldığında keyif verecek yani takımın temposunu ayarlayabilecek, az ve öz bestenin devamlı söylenmesinden yanayım, besteler sezonluk belirlenmeli mesela sıkışık zamanlarda şu beste, keyifli zamanlarda şu, maçın başında bu gibi ayrımlar yapıp çok değil 4-5 beste bütün sezon boyunca söylenmeli ki kırk yılda bir maça gelen bile bilsin ve bütün stadla beraber söylesin mesela münferit gelen taraftara sorun en çok dört tribünün sırayla sarı-lacivert-şampiyon-fener diye bağırmasını sevecektir niye çünkü kolay ve yorucu değil aynı zamanda sıra kendine gelene kadar maç izletebilen türden ve tam katılımla etkileyici olmakta. Bir de gerçek anlamıyla şarkı..."Samanyolu" diyorum ama tribünle söylenmiyor çünkü söylemesi zor evet ben de çok seviyorum ama başka şarkılar aranmalı, maç sonu veya öndeyken Liverpool gibi söylenmeli ki basit bir beste olursa tribünün tamamı da katılabilir.

Rakibe baskı kurmak için ne yapılabilir?

"Islık" özellikle yabancı takımlara karşı etkili oluyor...Avrupa maçlarında top rakipteyken kulakları sağır eden bir ıslık, bizdeyken de mırıl mırıl bir şarkı bence çok etkili olur, takım bastırırken teşvik etmek için o şarkı yükseltilip uğultu yaratılabilir.

Yani bir Barcelona taraftarı gibi sus pus veya bir bjk taraftarı gibi yaygaracı olmayan, tribünlerde yaratıcılığı ve görselliği koreografilerle sağlayıp, takımı saldırıya kaldırmak için bir bestesi, defans için bir bestesi her duruma karşı özel bir bestesi olan ve o söylendiğinde herkesin durumu hemen anladığı, kolay ve maç izlemeye elverişli olan besteler...Yani maça hakimiyet ve eğlence...

Bunlar benim önerilerim, bu ekol konusu çok geniş ve uzun uzun tartışılmalı ama kiminle tartışılacak galiba esas problem bu...

13 Şubat 2010 Cumartesi

Futbol stilleri üzerine 1

Tetris gibi futbol oynamak...




Futbol oyunu, genişçe bir saha üzerinde 11er kişiyle oynanan bir oyun olduğuna göre sahanın yapısıda oyunun oynanmasında etken bir parametredir ve onu iyi kullanabilmek başarının anahtarı olabilir.
Kaleli ve sahalı oyunların tamamı için amaç kaleye mümkün olan en yakın pozisyonda topla buluşmak ve gol atmayı kolaylaştırmak yani bir takım uzaktan atacağı şutlar üzerine plan kurmaz, şut atmak ister ama bunu en rahat gole çevirecek pozisyonda yapmak ister...Yani bir takım için problem kaleye doğru ilerleyebilmektir.

Peki bu nasıl yapılacak...Paslaşarak tabi ki...

İşte bu paslaşmaların temeli boşluklara ve ileriye doğru haraket eden arkadaşına topu ulaştırmak, bu amaç sırasında Tetriste uzun çubuğu beklemekle vakit kaybetmeden pıtır pıtır yerleştirerek oynamak bir oyun tarzıdır.

Dünyada bu tarz futbolun en iyi uygulayıcısı Brezilyalılardır, yani hep lansedildiği gibi adam eksiltmek yani çalım atmak üzerine değil daha çok küçük hareketlerle yer değiştirip ve boşlukları doldurup ilerlemeye çalışırlar. Boşluklara hareket etmek bu oyunun temelidir yani bir beksen yada defans oyuncusuysan bile önünde boşluk varsa orayı doldurup pas istersin pası alıncada senden daha ilerde ve yine boşta olan bir arkadaşına ulaştırmaya çalışırsın ta ki kaleye en yakın olan şutu atana kadar... Ama Brezilyalılar bu tarzı benimserken hiç aceleci değillerdir, her zaman öngörüleri ve oyun zekaları üst üzeydedir ki en küçük takımdaki en kötü oyuncu bile paslaşmayı yani doğru zamanda doğru şiddet ve doğru açıyla topu arkadaşına atmayı iyi bilir ve top kendine gelmeden önce bunun hesabını yapabilir ama ağır çekimde...İşte bu tarz oyunda hızlanmayı başarabilirsen Barcelona09 olursun tabi ki Messi v.s ama o takımın oyun merkezini Xavi ve İniesta oluşturuyor ki yaptıkları en iyi iş sırtı dönük defanstan aldıkları topu direk önlerine alabilip boştaki arkadaşlarına ulaştırabilmeleridir yani hızı onlar verirken yer değiştirmeyi diğerleri yapmıştır zaten. Biz de ise Brezilyalılığından mütvellit Kanarya bu oyunu ağır çekimle olsa da oynamaya çalışır ve o ağır çekim haliyle bile çeyrek final yapmayı başarmıştır.

Bir kere konuyla ilgili kesin fikrim oyun sahasında kullanabilecek en iyi ve etken tarz budur çünkü bol hareket gerektirmesine rağmen bu hareketler küçük küçük olduğundan yorucu yıpratıcı bir durum oluşturmaz, paslaşma bolluğuda takım içi dayanışmayı ve demokrasiyi artırır ve en önemlisi iyi yapıldığında seyredene büyük haz verir, beceremeyen ayılarada bok atmak düşer ki aman taviz vermeyin.

12 Ocak 2010 Salı

Bence en iyi on yerli film.

Flying Dutchman blogundan esintiyle kendi en iyi on yerli filmimi seçtim...Seçim kriterlerimi ve gerekçelerimi kısaca yazmaya çalıştım, aslında her bir film için bir kitap yazılır ama bu kadarıyla idare edin şimdilik.


1 Umut: Anadolu toplumunu yansıtma biçimi, gerçekçiliği, üst düzey kadrosu ve oyunculuğu, döneminde yarattığı etki ve günümüze kadar bunu taşıyabilecek gücüyle müthiş içten ve evrensel olmayı başarabilmiş bir şaheser.

2 Yol: Başlı başına epik bir Türkiye portresi, zor koşullarda çekilmesi ve bitirilebilmesi hatta filmin asıl sahibinin film çekilirken hapiste olmasıyla bile dünya sinema tarihine girmiş bir film...

3 Uzak: Anlatım dilinin yetkinliğinin yanında batı felsefesiyle örülmüş doğulu hatta İstanbullu bir film...Söylediklerinin ağırlığı bile yeter...

4 Gelin-Düğün-Diyet: Anadolu tarzı hikayeciliği ile bize özgü köy-kent çelişkisini başarılı bir şekilde yansıtan Hülya Koçyiğit'ten bile performans almayı başaran üçleme...

5 Sevmek Zamanı: Kentli, farklı, felsefik hatta gerçeküstücü ayrıksı bir başyapıt, benzeri yok.

6 Masumiyet: Sanatsal olanla popüler olan arasındaki çizgiyi dramatizasyonunun gücüyle dengelemiş ülkenin bir dönemine damga vurmuş ekstra bir film...

7 Kibar Feyzo: Toplumsal gerçekçi denebilecek kadar güçlü hem de komik...

8 Hudutların Kanunu: İki büyük üstadın buluşması ve bir başyapıt.

9 Selvi Boylum Al Yazmalım: Esas gücünü aldığı romana sadakati ve uyumu, anlatım tarzının farklılığı ile doğulu bir aşkın, sevgi ve emekle mücadelesi.

10 Neşeli Günler: Halkın dilini kodlarını çözmüş bunu bir filmde harmanlamış, oyunculukları ve karakterlerin yapısı itibariyle doğulu hatta gelenekçi tam anlamıyla Türk filmi...Hatta Türk filminin tanımı...