19 Aralık 2009 Cumartesi

19122009

19 Aralık 2000'di hayata döndük, dönüş o dönüş...
Yazık bu memeketin evlatlarına, yazık bizlere...Haketmiyoruz böylesini...

Ölmek değil yaşamak istiyoruz ama güzel bir memlekette, adil bir memlekette, suyumuzla ekmeğimizle, peynirimizle soğanımızla...Bir isteğimiz budur...
Gün olur hayata döneriz, gün gelir bahar olur ama inşallah bu kıyımlar son olur...

5 Aralık 2009 Cumartesi

3.büyük

Ayının 32 türküsü varmış armut ile erik üstüne bizim ki de o hesap...
Yokmuş gibi hiç bir sorunumuz tutmuşuz bir barış-kardeşlik yolu hesabımızı yapmışız uygarlık için, kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz...Ama makamı değiştirmek lazım bazı bazı...

Bir soru sorayım o zaman, şöyle bir çevrenize bakının hiç başarısız adam görecek misiniz? ya da her şeyi bilmeyenini...Toplumun başarızlığa tahammülü yok, evlilik başarılı olmalı, iş hayatı tabi ki, çoluk çocuk ha keza, peki bunun dibi nerede, kimler yenilecek bu orta sınıf tertibatına, peki bu saatten sonra kim sıradanlaşmayı, küçük bi kasabada çiftçi olmayı göze alacak yada şunun savaşını verecek, küçük adamlığın...Bu yolda tevazu olmuş şehit, şeref gazi, erdem para, kriter başarı...

İşte neoliberalızmin yarattığı algı dünyası böyle bir duruma tekabül ediyor, kendini başkası üstünden tanımlama hali... Onda olanın sende de olması, sende olanın mümkünse kimsede olmaması bencilliği...ve bahsedilme, birinci olma, başarılı olma fetişi... Hayata maskelerin arkasından bakma ve açık vermeme stresi...

Yahu yaşanır mı böyle gam gasavetle...Bu dram, bu fotoromanla...

İşte bu dram ki 100 yıllık futbol kulüplerini teslim alan, depresyona sokan aynı zamanda...Tüp satarken ya da toplumsal alanlarda boy gösterirken kendine, eşine, dostuna aman açık vermeyelim en pahalısını biz alalım, öbürlerinden geri kalmayalım kalıyorsakta belli etmeyelim stresini koca bir takıma uyarlarsan dramın trajediye evrilmesi hatta terorize olmasıda kaçınılmaz oluyor...
İşte başa dönelim şimdi ve diyelim ki tevazu sahibi insan bilgelik sahibidir, yolunu bilir, izini bilir kendini bilir. Ne ki siyah böyledir ne de beyaz ama arkadaş hiç bilmiyorsanız tarihi, bakın şu amblemdeki yazı karakterine anlayın tevazu neymiş...Üstünü her ne kadar yırtıcı kuşla pisletsenizde...

24 Kasım 2009 Salı

Positioning

Aslında manası çok derin...

Oyunda manası var, sahada var ama bizim ki yönetim konusu...

Geçen bir maç seyrettim Gaziantep-Bursa ve bir konu ilgimi çekti...
Murat Ceylan geleceğin umut vaat eden gençlerinden, ününü orta saha meziyetleri sayesinde elde etmiş bir genç ama bu maçta sağ bek oynuyordu.
Ee ne olmuş demeyin...Problem bu...
Milli takım seviyesinde koşan-didinen aynı zamanda paslaşabilen adam kıtlığı çekip, tam tersi tarihimizin en iyi sağ beklerine sahip olduğumuz bir dönemde Murat Ceylan'ı sağ bekte görmek beni panikletti, daha çocuk parlamadan, tıraş bir süper lig takımının sağ bek eksikliğini doldurması bekleniyor...Ne gereği var...
Varsayalım iyi performans gösterdi sağ bekte oynamaya devam mı edecek peki ülke futbolunun geleceği ne olacak?
İşte bu sorunun ışığında futbolumuzun temel eksikliklerinin yanında bir altyapı konseptinin olmadığı göze çarpıyor yani bir erk çıkıp bu arkadaş gelecekte orta saha adamı olmaya uygun ve yeterince sağ bekimiz var onun için sayın Gaziantep yönetimi bu adamı ya orta saha elemanı yapın yada bırakın gitsin...Diyebilmeli...Ve gençleri koruma gibi bir yönetmelikle, transfer yapan gençlerin transfer oldukları takımda yılda en aşağı 15 maça çıkma garantisi sağlanabilmeli...
Yine mesela defanstan oyun kuracak stopere ihtiyacımız var deyip Mehmet Topal oraya devşirilmeye çalışılırken, işte bu tarz gereksinimleri çıkarıp gelecekte bu tip boşlukları dolduracak adamlara yatırım yapmak temel altyapı konseptlerimizden birisi olabilir, böyle bir şeyi yapmak için büyük bütçeler falan filan değil daha çok akıl ve güç lazım, buradan bir açıklama yapayım Murat Ceylan'dan bu ülke yararlanamazsa ben o Portekizli hocanın da İbrahim Kızıl'ın da peşini bırakmam...

15 Kasım 2009 Pazar

Kamplaşmanın dayanılmaz hafifliği

Toplum içinde, insanın kendini ifade etme biçimleri var. Bunlara temelinde varolduğunu kanıtlama ve en nihayetinde dikkatleri üzerine çekme içgüdüsü diyebiliriz...
Bir insanı toplumsal bir yaratık yapan onu vareden şeyler bir giysi, bir söz, bir davranış, bir kimlik veya tuttuğu bir takım olabilir...Bu "şey"lerin bütünü insanın varlığını oluştururken bir yandan da o şeylerin oluşturduğu kalıpları ve kılıfları da üzerine geçirmek manasına gelir...

Daha açık yazayım...Demek istediğim biz kendimizi tanımlayan bir alan yaratmaya çalıştıkça başkalarının alanlarıyla kesişmek ve giderek kapsanmak...Kalıplara kılıflara girmek, girmesek de bu önyargılara maruz kalmak...

Yani taraftarsan yada Fenerliysen söylemen gereken bir şeyler vardır... Sen varolabilmek için kendine taraftarlığı seçmiş olabilirsin, ama taraftarlığın nasıl olması gerektiğine karar verebilmek gibi bir kaygın yoktur, onun sınırları çizilmiştir onun içinde kaldığın sürece sorun yoktur.
Ve gün gelir birileri seni dinlemek zorunda kaldığında sen bu kalıbın temsilcisi olarak onların karşısındasındır ve onlar için senin fikirlerinden çok kılıfın önemlidir, işte kamplaşma burada başlar...
Mesela ben buradan cimbomla ilgili ne söylesem, ne anlatsam dinlenir işte fenerlinin biri zırvalıyor denir geçilir kimse merak dahi etmez, peki nolacak benim fikrilerim...Futbol üzerine taraftarlık üzerine fikirlerim varsa cimbomlular beni dinlemeyecek mi?
Peki bir Türk'ün, Kürtçe şarkı dinlemesi mümkün müdür? Yada tatil için Antalya'ya değil de Hakkari'ye gitmek istemesi, ulusalcı birinin bir kürtü savunması yada müslümanlarla fikir tartışması yada kürtün veya müslümanın Atatürk'ü sevmesi...
Bu saydıklarım ülke kampçılığının medarı iftiharı olmuş gösterenler, öyleysen zaten böylesin kalıpları, her şeyi kendine maletme, yontma ya fenerlisin ya değil, ya liboş, sorosçu, fetocusundur ya ulusalcı, faşist...
Kimsenin fikirleri tartışmak gibi bir derdi yok, iki tür kamp kurmuşlar ya ondan olmanı ya bundan olmanı bekliyorlar ve sen ne dersen de sonuçta o kampın söyledikleri senin söylediklerin.

Şimdi aslında bu yazının giriş kısmıydı sonuç kısmı kamplaşmanın bizi getirdiği durum...

İki el düşünün sıkı sıkıya kenetlenmiş, biri bir tarafa çekiyor biri bir tarafa ve bir kafkas tebeşir dairesinin içindeyiz herkes öbür eli çemberin dışına taşırıp parsayı götürmeye çalışıyor ama olan o ellere oluyor, sonuç ne olursa olsun zedelenen, yaralanan hatta parçalanan ellere.

Ülkemizde Kürtler ve Türkler arasında durum 50 yıla yakındır bu kenetlenme halinde kimse öbürüne yanaşmaya niyetlenmiyor sadece Kürt-Türk de değil, Müslüman-Laik, Fener-Cimbom diye gider bu hikaye ama en canlısı Kürt kenetlenmesi... İki tarafı da kışkırtıp daha kuvvetli çekmesini öğütleyenler bu gerilimden istifade edenler ve bu gerilimin canlara mal olması onların problemleri değil...

Ve bu kabulden yola çıkarsak Fener-Cimbom gerginliğinin gazcılarını bulmak buna izin vermemek bizim boynumuzun borcu değil midir? Şimdi 50 yıllık bir gerginliğin, kaşımanın nasıl canlara mal olduğunu gören bir birey bu gerginlikten elde ettiği tecrübeyi diğerlerinin tedavisi için niye kullanmaz...Ortada kıçı kırık bir rekabetten başka paylaşılamayan bir şey yokken bu nefreti kim körükler ve nasıl bir sonuç olursa bu işten vazgeçer...Bin yıllık bir oyunu, bir geleneği nice efsanelere yuva olmuş bu meydanı sizin kıtıpiyoz gerginliğinize bırakmak insanlara futbolun, rekabetin bu olduğuna inandırmaya çalışmak ahlaksızlık değil midir?

Şunu açıkça belirteyim Kürtlerle ve niceleriyle aramıza giren, toplumu perişanlığa götüren, en kötüsü uygarlık fakiri yapmayı başaran akıl küpleri-gerginlik zenginlerini, onlar futbolumuzu silahların gölgesinde bir oyun haline getirmeyi başarmadan önce durdurmak ve onların oyunlarına taş koymak benim en büyük görevimdir...Bu yolla baş koymuşum...

Yaşasın futbol.. Yaşasın halkların kardeşliği...

21 Ekim 2009 Çarşamba

Manyetik sonuçsuzluk

Aslında Yılmazları severim hem mecazıyla hem ismiyle ama bu sefer ki olmuyor, oldurmuyor ...
Memleket havasında Lost adası gibi bir manyetizma var çıkmak istiyoruz olmuyor bir türlü, bir sürü karakter giriyor çıkıyor, bölümler ilerliyor ne bir sonuç elde ediyoruz ne de sıyrılabiliyoruz bu lanetli tarihten...
İşte bu yazının konusu da aslında bu manyetik sonuçsuzluk, bunu yaratan karakterlerden biri olarak Yılmaz Özdil değil...

Memleketimizin 100 yıla yaklaşan tarihinde bir çok olaylar oldu, hükümetler geldi geçti alınan kararlar oldu ama işte konuya bu soruyla başlayalım peki aslında ne oldu? yani temel problemlerin çözümüne dair...Mesela ben ilk aklıma gelen bir iki tanesini sıralayayım eğitim, adalet, üretim, sağlık, Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu ve en nihayet Kürt sorunu...
Heralde Atatürk'ün memlekete ilk kapsamlı ziyaretinde görüp de çözümlenmesini emrettikleri de az çok bunlardı.
İlerleme diye yutturulan tüketim pompasından başka ne kazanmıştır bu ülke 100 yılda, hangi alanda nasıl bir uygarlık tohumu atmıştır...Sezarın hakkı Sezara, Atatürk'ün 10 yılda attığı uygarlık adımı ve memleket üzerine planladığı medeniyet projesinden bugüne bir tane daha devlet adamı da çıkıp yukardaki problemlerin birine çözüm, bırakın çözümü çözüm plani üretebilmiş mi ve kendi evlatlarını katletmekteki başarılarını bu problemlerin çözümünde tekrarlaya bilmişler mi?
İşte sonuçsuzluk bu...Bir gram ilerleyemek...İlerleme internetin memlekete gelmesi değil onu manita götürmek dışında kullanabilecek halk yetiştirebilmek ve kendisiyle ve halkıyla, komşusuyla barışık, yözdillerin sivrilttiği milli egosunu halkının yararına köreltebilecek fertler yetiştirebilmek...
O zaman tekrar sorulara dönelim, ortada bir Kürt sorunu var mı? Bu sorun dağda silahlı adamların olması değil mi? Peki bu adamlar nasıl iner? Savaş bitince değil mi? Peki bu savaş nasıl biter? Bir taraf kaybedince veya taraflar anlaşıp husumeti giderirse değil mi?
Şimdi çözüm isteyen bir insanın karşısında bu iki seçenek ve devrim seçeneğinden başka ne var? peki barış isteyen, barışdan yana olan birinin karşısında kaç seçenek var? cevap veriyorum tek bir seçenek...

Bir apartmanda yaşarken teybin sesi çok açıksa ve komşun bu durumdan rahatsızsa ya sesini kısarsın yada kapatırsın rahatsız olacak ne var canım ilahi çalıyor yada istiklal marşı çalıyor demezsin yada kalkıp bir birini öldürmeye çalışmazsın, o belki tepkisini sert vermiştir belki sen saygısızsındır ama önemli olan bu apartmanda beraber yaşadığındır ve yıkılırsa beraber öleceğindir.
İşte o bina yıkılıp, molozlarını denize doldurup üstüne villa yapacak olan çözümsüzlüğü isteyendir, İki komşuyu birbirine kırdırıp, yıkımı hızlandırmaya çalışan da villayı yapacak olan mütahittir, İşte Yılmaz Özdil, dizinin bu bölümünde mütahit rolünü oynayandır.

Varsayalım açılım oldu, çözüm oldu, dağdakiler indi, şehirdeki köyüne döndü, bu kimin işine yarar mesela Tüsiad'a yarar mı? Peki ordumuza ya da dağdakinin komutanına? Peki Güneydoğudaki ağalara? Bunların hiçbirine yaramaz. Tüsiad ucuz iş gücünü kaçırmak istemez, ordu körelmemek, dağdaki rütbe kaybetmemek, ağa ortak çıkmasın ister. Peki kime yarar...İstanbul'da sürünen tinerci, kapkaççı olana, askere gidip gençliğine doyamayana, mesleksizliğe işsizliğe talim etmek zorunda kalana...Ve bana, kardeşime, sevdiğime...

İşte anlatmaya çalıştığım budur, kimse bizim yararımıza bir şey yapmadı ve yapacak gibi de görünmüyor ama Yözdiller ve nicelerine inat, Yılmazlar var bizim tarafımızda olan ve alçak mütahitlerden o tokatın hesabını soracak olan...

23 Eylül 2009 Çarşamba

Kasaba'dan sonra ki Mayıs Sıkıntısı


Evet yıllar geçti biz yaşlandık herkes bir kulvara savruldu kimi battı, kimi yüzdü, geride yaptıklarımız kaldı yadigar ve evet "memleketim" hoş oldu geriye kalanlar arasında...
Değil mi bizi, bizim gibileri elinde yüreğinde yetiştiren bu memleket, bu topraklar...Ama gözünü kırpmadan bizim gibi nice filizleri de kıran, yeşermesine izin vermeyen...İşte sanatta tam bunun için değil mi, filiz kıran fırtınalarını, esip gürleyen hayaletleri resmeden... Can Yücel'in dediği gibi sanat bir devrimse, devrim bir maratonsa bizim için koşulan ilk yüz metre "memleketim" oldu...
Ama maratonu koşmak nefes ister, ciğer ister, yürek ister, sen ki bizden, hepimizden iyi bilirsin maratonu, her yüz metreden sonra buraya kadar her şey yolunda demek değil mesele finişi görebilmek...
Serkan kardeşim biz sana güvendik...Ben soramazsam, biz soramazsak sen sor diye o tokatın hesabını...Nefesini sıkı tut, yardım istersen bizden her türlüsü ama nolur bitir bu maratonu kurtululalım bu lanetli tarihten...

10 Eylül 2009 Perşembe

Muson mevsimi


Bu manzaradan sonra, bu da sistemsizliğe kurban verdiklerimizin mezar taşı olsun ve üzerine yazsınlar anlı şanlı toprağımız bol olsun diye...ve eklesinler arkasına koca bir milli takım ve otoyolda boğulanlar diye...
Futbolumuzun mazgallarıda şehrimiz gibi tıkalı açmak cesaret ister irade ister ama en önemlisi toprağa saygı ister işte o toprak ki Hrant'ın dediği gibi gözümüzün üstünde değil altında olduğu memleketim dediğimiz toprak ve biz ona saygımızı ne zaman ki şehitler yerine üretimle, barışla, kardeşlikle göstereceğiz işte o zaman Anadolu uygarlığının yeni versiyonu başladı diyebileceğiz... aksi bizim mahvımızdır.
Futbolumuzun ekolü derken bunu kastememiştik demedik ki kafanıza göre takılın kervan yolda düzülür, iki gaz verir hepsinin üstesinden geliriz benim üstüne bastığım yumurta topuğum yeter, basınca narayı Kadırgalı Eşref misali kaçışır bütün Avrupa...Maç biter geriye ezeli rekabet martavalları kalır kimi Arda'ya çatar kimi Gökhan'a ama ortada normal anlamıyla oynanmak istenen bir futbol yokken bu çocuklara edilecek her laf suçu hafifletmekten öteye gitmez tıpkı koskoca başkanın dere yatağına ev yapılmasını eleştirmesi gibi.
Sıyrılalım bu lanetli tarihten artık atalım sırtımızdan yumurta küfelerini, kofti babalanmalar ve ezeli rekabet palavralarını ve artık yakalım aydınlanma ateşini Anadolu'nun bağrında ve bir kez daha üfleyelim mumlarımızı şaşkınlıkla futbolumuz ve boşuna ölen nice canlar için...

25 Ağustos 2009 Salı

Postfiction

Tarantino üslubu diye bir şey uydurdular, hala onun ekmeğini yiyorlar eskiden o elbiseye oturan bir Tarantino varken artık bu elbise Tarantino'ya dar geliyor...Çünkü eskiden ucuz romanlar vardı ya şimdi...
Bana kalırsa özellikle bu filmden sonra Tarantino eleştiri klişelerinden biraz uzaklaşmak, yeni ufuklara yelken açmak gerekiyor.
Tarantino'ya postmodern demek de bu klişelerden biri ya da şiddetsever ya da "aayy göndermeler müthişti" demek...evet hala gümbür gümbür bir postmodern ama artık Sullivan tarzı salt biçim üreteminden, Gehryvari yapısal bir üretime geçmiş durumda, daha doğrusu sinemasal bir sanatçıdan, bir sinema ozanı olma yoluna...
Bu film için sanatı-Tarantino sanatını, göndermeler de aramak yerine bütünün kendisindeki sert ironiye odaklanmayı tavsiye ediyorum, o göndermeler ya da karikatürler işin biçim tarafında ama yapıda çok sıkı örülmüş mesafeli bir ironi var.
Bir kere yahudilerin bilinen hiç savaş kahramanı yok, milis örgütlenmeleri yok ne Amerika'daki ne Avrupadaki yahudiler direnişçi olarak bilinmez. Onları nazi düşmanı, kelle avcısı milisler olarak göstermek başlı başına bir ironi hatta belki bir eleştiri.
Ortada yeni bir dünya, yeniden kurgulamış bir tarih var ama bu halinde bile kazananlar aynı, yahudilerin intikamının acılığı hatta acımasızlığının karikatürünün yanında nihayi olarak işi az zararla atlatan Alman albayı ve Amerikan güneylisi ve onların temsil ettiği arkalarından yetişen win-win kuşağı yani her zaman alınlarında faşizm lekesini taşıyacak olanlarla akılsız güneyli şahinler.
Bana kalırsa film ironiler puzzle'nın birleşiminden kendini üreten, açıklaması pek de mümkün olmayan, sonucu seyirciye bırakan yeni bir şey, sürreel ya da postmodern değil dekonstriktivist...
Bu dekonstriktivizm sahne kullanımında özellikle kendini gösteriyor chapterların birbirlerine uyumundan ziyade kendi içindeki tutarlığı filme post-modern bir ekletizmden ziyade non-lineerlik sağlıyor...Parçalar bütünü oluşturmuyor çünkü bütün parçacıklı.
Bütün parçacıklı lafından kastım bütünü oluşturan parçaların klasik bir puzzle parçası gibi uyumlu olmamasına rağmen bir resme tekabül etmesi yani yuvarlak üçgen gibi alakasız parçalardan bir puzzle oluşturmak gibi...

Bu kadar entel dantel laftan sonra en kısacasını söyleyeyim, artık Tarantino'nun insanlık adına söylemek istediği şeyler var ve bunu söylemek için kendi adına yeni bir yolu var. Artık dünyaya karşı daha sorumlu, insanlara verilmiş bir parça kek yerine, onlar için yapılmış bir sanata geçişi var, yani Hitchcock'un yapmadığını yapmaya soyunuyor, her daim ucuz romanlar çeken biri için büyük ve umut verici bir geçiş.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Hedo 1 numara


Ülkemiz adına Orhun Ene'den beri sahaya aklını koyup takımı yöneten, sayı gerektiğinde sorumluluk alıp riske giren ve bu kararları takım adına alıp uygulayan, sahadaki coach diyebileceğimiz bir guard gelmedi. Bu pozisyon ya Kerem gibi istikrarsız ve titrek ya Ender ve Engin gibi savruk ve yetersiz oyuncularla dolduruldu. Şimdi silkinip dirilme vakti ve yaşam öpücüğü çok uzaklarda olmayabilir...

Genelde guard adam boyu kısa olan, cayır cayır top sürüp gerektiğinde bu özelliğini Aliço gibi zaman geçirmekte kullanan, arada elini havaya kaldırıp cümle aleme oynanacak seti gösteren, boş bulursa üçlük atıp, elinde çok top tuttuğu için faul kaçırmaması gereken adam olarak bilinir. Artık sadece bunlar yetmiyor meşhur bir söz vardır takımın guard'ın kadar güçlüdür diye onun için buradan Hidayet'in milli takımda guard oynaması için kampanya başlatmak istiyorum.

Niye Hidayet, bir kere Magic Johnson kadar boy var, Kukoç gibi pas atabiliyor, en az Noumoski kadar üçlük ve faul yüzdesi var, soğukkanlı, tecrübeli, sorumluk alan, ülkemiz adına şu an tek adam, bir guard için tek eksiği top sürmesi o da rakip tam saha pres yapacak da falan filan...

Fırsat buldukça Nba Tv de eski maçları seyrediyorum Magic Johnson kıçını kullanarak adamını potaya doğru itekleyip, boyunun avantajıyla hücumda kim yer değiştirirse -ki genellikle Abduljabbar oluyor-, ona asisti indiriyor, yani adamın asist sayısının çokluğu genel yetenek durumlarının yanında, boyunun uzunluğu sayesinde keza Mark Jackson adlı zatı muhteremde böyleydi zaten onun da dünya kadar asisti var. Boy konusunda mesela Yunanlıların guardı Papadopoulos tam da bu formata uyan bir adam öyle kıvrak falan değil, uçan kaçan hiç değil, getirip içeride en uygun adama pası verip, boş şutları sokuyor o kadar, pasları atarken o da boy uzunluğundan faydalanıyor.

Hedo bunu rahatlıkla yapabilir zaten sırtı dönük oynamayı seven bir adam, bir de guard pozisyonuna geçerse pasları ve oyun zekasıyla takımı bir boy büyütebilir yoksa Ender'in nah çekerek attığı üçlüklere talim edeceğiz.

7 Ağustos 2009 Cuma

Şef Memo


Şimdi konuyu değiştirip bambaşka taraflara yelken açma zamanı...

Konumuz Elle dergisinin son sayısında ünlü şef Mehmet Gürs'le yapılan röportaj, son yıllarda bu ülke adına birilerinin daha bir şeyler düşüdüğünü görmek adına umut verici...
Şimdi tanımayanları için kısa bir tanım yapalım...Mehmet Gürs, ülkemizin tanınan en büyük ahçı-şefidir, onlarca restoranın yanında kalburüstü denebilecek Mikla diye de bir restoranı olan, Mars Group gibi bir kuruluşla ortak haraket edip Num Num isimli restoran zincirini gittikçe büyüten, paraya para demeyen bir zati muhterem...Kendisini tanımam etmem sadece lokantalarında yemek yemişliğim vardır hatta bu röportaja kadar kendisi hakkında pek iyi şeyler düşündüğümde söylenemez.
Anahtar cümle aslında paraya para demeyen...
Artık hedef kitlesi oturmuş, değil Num Num, Zart Zart hatta Bok Bok diye lokanta açsa gene doldurup para basabilecek bir adamdan bahsediyoruz ve bu adam durum böyleyken, yaşadığı toprakların mahsüllerini, üretimlerini, yemeklerini araştırıp ünlü restoranında bunları işlemeye karar verecek kadar toplumu düşünen bunun için sermaye, emek harcayıp bunun riskini alabilen bir adammış, işte adam buymuş.
Peki ne yapacakmış?
Bundan sonra Mikla isimli lokantasında ithal ürün kullanmayacakmış. Anadolu'yu ve Trakya'yı gezecek oraların yerel mahsüllerini, ürünlerini araştırıp lokantası için alımları oralardan yapacakmış.
Gayet rahat hiç başını ağrıtmadan Num Num'larını çoğaltarak benzer konseptte onlarca restoran açarak, parasına para katabilecek bir adamken, böyle bir karar almış.
Meğersem Şef Memo, devletin ilkel, özel girişimin ticari olduğu bir ortamda, bırakalım mutfak kültürünü, üreticiyi-çiftçiyi, tek başına uygarlık anlamında büyük bir adım atabilecek bir yurtsevermiş...
İşte yurtseverlik-vatanseverlik bu aslında...Öyle hamaseten milliyetçilik-ulusalcılık değil, ülkene, yaşadığın toprağa, mahallene, komşuna, sokağına, işine, mesleğine sahip çıkabilme, bir gün gidecekmiş gibi değil sanki yüzlerce yıl yaşayacakmış gibi yurdunu düşünme. Anadolu'yu, Türk ili yapma hırsından ziyade, ürünüyle, insanıyla sevme-sahip çıkma. Hakkari'yle hiç bağlantısı olmayacak adamın orası için savaşmasının anlamsızlığının yanında, orada yetişecek bir tane turpun bile onun yaşamında etkisini görebilmesi-bilebilmesi.

Bir kez de Şef Memo için söyleyelim.
Bu uygarlık ateşini Anadolu'nun göbeğinde yakıp, dünyanın ortasında üfleyeceğiz, başka yolu yok.

4 Ağustos 2009 Salı

Arma'da re-vizyon

Logo-amblem-arma adına ne derseniz deyin hepsinin amacı kurumunuza kimlik kazandırmaktır, yani bunlar kurumların kimliğidir, peki kimlik değişir mi?
İsimler değişmez, tarzlar değişmez hele ki tarihi bir kurumsa, bunlar özellikle korunur ama iş görselliğe geldiğinde değişimden ziyade geliştirme her zaman elzem olmuştur.
Futbol dünyası da tıpkı markalar dünyası gibi davranır kurumsal kimlikleri vardır, onlar o takımın ruhudur kimse değiştiremez ama yenilenir, mesela İngilizler'in hepsi köklü kulüplerdir ve hemen hepsi kulüp armalarını yenilemiştir buradaki yenileme tamamen değiştirme değildir var olan temalar yeniden yorumlanır çağa uygun hale getirilir.

İşte bunu anlatmak için iki örnek...


Arsenal bu ambleme gelene kadar da bir çok revizyondan geçmiş ama bu revizyonların sonuncusu.
Bu son revizyonda yazı karakterini yenilemişler, top çizimi günümüz şartlarına göre yeniden yorumlanmış, gereksiz görülen ögeler atılmış, yeşil renk lacivertle değişmiş, alttaki yazı tamamen kaldırılmış...



Juventus'unki de aynen öyle bütün ana temalar korunmuş, hepsi yeniden ele alınıp, yeniden çizilmiş.


Bu iki örneği verdim ki konu iyi anlaşılsın diye yani bunlar bayrak veya isim gibi değişmez değiller bu örnekler çoğaldıkça çoğalır...

Ve işte asıl konumuz ben bizim armalarında böyle revizyonlara ihtiyacı olduğunu düşünüyorum hele ki futbol fedasyorumuzun acil olarak ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Bunun için kendim tasarımlar hazırladım ve buradan ilginize sunuyorum.


Bu Türkiye Futbol Federasyonu için hazırladığım çalışma, hemen yanında şu an kullanılan versiyonu bulunmakta, eski halinin karakterli ve yeterli olduğunu düşünmüyorum.
Ne yaptım revizyon olarak, bir kere yıllardır tekrar dönülmesini istediğimiz bantlı forma konseptini kullandım çünkü kırmızı bant ay-yıldızı çok iyi taşıyor, sonra Türkiye Futbol Federasyonu yazısını ekledim hem ne olduğu anlaşılsın, hem de yuvarlağın etrafında derli toplu dursun diye, bir de köklülüğü ve Cumhuriyet'le yaşıt olmasını vurgulamak için 1923 yazısını ayrı bir alanda yazdım, onun dışında sadece parlaklıklar vermek için çizgileri çoğalttım, eski halinde TFF yazısı armadan ayrı kopuk bir şekildeydi, ben toplu durmasının formalara dikiminden, her türlü kullanıma kadar daha uygun olduğunu düşünüyorum.


İşte en sevdiğim takım...

Bir kere ben şu an kullanımda olan armanını eskidiğini düşünüyorum, yazı karakteri veya çizgilerin primitifliği gözüme batıyor ve revizyonun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum, zaten bu armaya gelene kadar da armanın revizyonlar geçirdiği biliniyor hatta en eski arma 100.yıl formalarında kullanılmıştı.
Peki ben neler yaptım, bir kere kırmızıyı tamamen attım, kuruluş zamanlarındaki anlamları bir kenara, kesin olan bir şey var ki Fenerbahçe, İstanbul'un mavi takımıdır, Liverpool-Everton, Roma-Lazio hatta Coca Cola-Pepsi gibi İstanbul'da Reds'ler ve Blues'lar olarak ayrılmıştır ve kırmızının bizimle ilgisi kalmamıştır...
Sonra kalp'teki (shield) yatay olan sarı banttan vazgeçip artık değişmezimiz olmuş ve öyle kalacak olan çubuklu formunu kullanmak istedim. Eski armadaki gibi kalbi dışarı taşırıp, palamut yaprağındaki gereksiz çizgileri attım, type olarak eskiliğini vurgulamak için kolay kolay yaşlanmayacak zaten yaşlı olan serifli bir font kullandım. Üç yıldıza gelirsek orada bulunmaları değişimin zamanını vurgulamak içindir.
Bu çalışmayı yaklaşık bir yıl önce yapmıştım şimdi tekrar bakınca aslında revizyonların çokta az olmadığını düşünüyorum ama üzerinde konuşmaya değer.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Ekolay

Türk futbolunda ekol sorunu ve bunu tartışabilmek, işte bütün mesele bu galiba, nasıl bir ekol seçilmeli yada nasıl bir yol alınmalı...

Türk futbolu deyince aklınıza ne geliyor nasıl bir futbol nasıl bir eğitim yada nasıl bir forma hepsi bir bütün ama bunlara verilecek cevap ne kadar net.

Mesela İtalya deyince Azzuriler yada gök mavililer, Katenaçyo, defans futbolu ve savunma ekolü, Almanlar boru değil Panzer, fizikli, sert, yılmaz yıkılmaz, Portakallar Total, 3 aslan (her ne kadar değiştirmeye çalışsalarda) uzun top, Selecao malumunuz, işte böyle say say bitmez hepsinin bir ismi, bir forması, bir oyun tarzı var, futbolcular değişiyor tarzlar sapasağlam duruyor, peki bizim ki nedir yada ne olmalıdır?

İşte bu soruya cevap ararken en büyük başarılarımıza bakmaktan yanayım, mesela Kurtuluş Savaşı, Çanakkale Zaferi, İstanbul'un fethi, Dünya üçüncülüğü, Uefa Kupası ve Avrupa üçüncülüğü hepsinin ortak yanı hep mağdur olmamız, haklı ama mağdur, fakir ama gururlu, her savaşta 300 Ispartalı, her zaman Çılgın Türkler ve hep inancın zaferi, futbol için yılmayan mücadeleci bir oyun ve tabi ki yoğun motivasyon.

Bu tarz oyunu ilk gs oynamıştı 2000'lerde ve Sivas'la, hatta Sevilla maçlarında da görüldü ki motivasyon olduğunda bizim takımlar başarılı oluyor. Motivasyondan anladığımız tam anlamıyla gaz, evet gaza getirilmeye alışmış bir toplumun ferdiyiz, hep zor koşuldan imkasızlıktan bir başarı hatta başarı destanı yazmak bizim işimiz, savaşırız kavga ederiz, yenilmeyiz, ama Almanlar yenildiği için yenik sayılırız, varsa yoksa savaşçılığımız, değilmi ki Osmanlıyı farklı kılan savaş gücü ve Atatürk'ü ulu önder yapan komutanlığı...

Türkiye, Turkuaz'lar yada Ay-Yıldız'lılar, gücünü hırstan ve motivasyondan alan savaşçı bir oyun...Artık bunun adını koymak gerek...

İşte bu Türkiye tarzı hatta belki Anadolu tarzı diyebilmek, size kendimizi ispat için daha ne kadar savaşmamız gerek, işte girdik içinize kadar biz buyuz Ortadoğu'lu bir Avrupa ülkesiyiz, döğüşerek ekmeğimizi alırız diyebilmek gerek, ve bu tarzı belki Brezilyalı tekniği belki Alman disipliniyle geliştirebilmek bu ülke adına dünyaya bir miras bırakabilmek gerek...

Belki konumuz futbol belki değil ama bu uygarlık ateşini Anadolu'nun bağrında yakıp Avrupa'nın göbeğinde üfleyeceğiz, başka yolumuz yok.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Reklam yazıları

Formada reklam istemiyoruz!!!

Bu biraz ütopik bir giriş oldu, ama kesin bildiğim bir şey varsa bu reklamların formaları çirkinleştirdiği.

Formalara reklam vermek ticari anlaşmalarla oluyor, bu reklamverenler kulüplere büyük gelir kapısı, kulüpler o logoları taşımak için dünyanın parasını alıyor alsınlarda, buna bir sözümüz yok ama...

Bu formalardan birini ben aldığımda, bununla maça gittiğimde yada dışarda gezdiğimde bu logo benim sayemde yüzlerce insan tarafından görülüyor, ben bu ayaklı billboard görevini yaparken üstüne birde tonla para ödüyorum, tamam anlaşmalarda bunlarda vardır, kulüp bunlarsız forma üretemiyordur falan filan da benim hakkımı kim ödeyecek, ben buradan bir kampanya başlatmak istiyorum...

Satın aldığımız formalardan reklamları sökelim yada üzerine kendi istediğimiz bir reklamı yapıştıralım...


Ben Üsküdar'da oturup Kadıköy'e maça gidene kadar geçtiğim yol üstünde irili ufaklı bir çok küçük esnaf, dükkan var, mesela üzerimde Avea yazacağına Çiya kebap yazsa, herkes ne olduğunu merak edip sorsa, bende herkese meth etsem, karşılığında Çiya'da, her gittiğimde 2 lahmacun bir ayran verse fena mı olur.

Varsayalım hiç reklam bulamıyoruz yada uğraşmak istemiyoruz, yine beleşe reklam panosu olacağıma, formanın üzerine hali hazırda olmayan markaların nostaljik reklamlarının olmasını tercih edebilirim, mesela ben Emlak Bankası reklamını unutamıyorum, beleşe Avea yazacağına Titi Bank, Telefunken, Emlak Bankası yazsın, retro bir hava versin, zaten o reklamlar genelde nal gibi formanın üstüne dikilen bir yazıdan ibaret oluyordu bunu askerlere isimlik diken nakışcılar veya formalara isim yazanlar halledebilir gibi.

Aslında en güzeli reklamssız forma mesela benim için en güzel forma yüzüncü yıl çift taraflı formanın, çubuklu tarafı çünkü reklam yok saf çubuklu var işte bunun içinde internette ufak bir araştırma yaptım bu reklamlar genelde transfer baskı yöntemiyle yapılıyormuş. Bu baskı çeşidinde özel bir kağıta yazılı yazının, ısı yardımıyla kumaşa geçmesi söz konusu, nasıl çıkarılabileceği üzerine bir iki yorum bulabildim onlarda daha önce denememişler ama baskının üzerine standart a4 kağıt koyup üstüne sıcak ütü ile bastırınca teoride çıkabileceğine kanaat ediyorlar daha denemedim aslında denemeye cesaret de edemiyorum bilen birilerinden tam sonuç alana kadar beklemekten yanayım, olmazsa feda ederiz bizimkini...

Kampanyayı buradan başlatırken, destek ve bilgilerinizi beklerim.




Not:
Enteresan olacak ama ben bu yazıyı yazdım bugün Adidas'ın, Original mağazalarında Emlak Bank reklamlı, çubuklu, eski görünümlü Fener formaları satacağını öğrendim, demek ki aklın yolu bir...

14 Temmuz 2009 Salı

TD sorunsalı


Ben Teknik Direktör'lerin genel olarak üç gruba ayrıldığını düşünüyorum bu gruplardan birini kurucu TD'ler, diğerini idareci TD'ler, sonucunsunu da rasyonel TD'ler oluşturmakta...

Kurucu TD den ne kastettiğimi şöyle açıklayayım bu tip hocalar sıfırdan bir sistem, bir takım kurup bununla başarılı olabilmiş adamlar aslında bunlar büyük adamlar... Mesela Van Gaal gittiği her yerde bir takım yaratmış ve bu takımla başarılı olabilmiş birisi veya ülkemiz futbolunun yeniden yaratılmasına katkıda bulunan rahmetli Derwall veya Rinus hocasından öğrendikleriyle yıllara yayılan bir Barca yaratan Cruyf yada Ferguson, Mourinho, Rafa...v.s...

İkinci grup ise yukardaki türde birinin kurduğu takımı ve sistemi, futbolcu-yönetici ilişkilerini sağlam tutup tam anlamıyla idare edip başarıya ulaşmış adamlar mesela Cappello-Sacchi'nin mirasçısı Angelotti ki en gerçek mücadelesini Chealsea'da verecek veya Cruyf'un takımına, yeteneklerle barışıp onları yönetmeyi başararak şampiyonluklar getiren Guardiola...Bu tipler genelde kulübün bir yanında staj yaparken birden takımın başına geçen ya başarısız olup kaybolan yada takımlarıyla özdeşleşip büyüyen adamlar olmakta...

Üçüncü grup ise, elindeki malzemeden maksimum verim alan rasyonel TD'ler, gittiği her takımda şampiyonluklar yaşamış İngilizlerin son can simidi Capello veya 4-4-2 den 3-5-2 ye pat diye geçen her takımda dikiş tutturmuş Lucescu, yada külyutmaz Hiddink, bu adamların sistemle, ekolle ilgileri yok gelip alıp gidiyorlar, başarılılar ama bıraktıkları takımlar kaldıkları yerden devam edemiyor.

Şimdi bu kadar tatavayı niye yaptık ben Türkiye deki üç büyüklerin hatta bütün takımların kurucu hocalara hala ihtiyacı olduğunu düşünüyorum çünkü hiç birinin uzun yıllara dayanan ne bir oyun sistemi, ne de bir takım kültürü var aslında bu duruma en çok yaklaşan gs olmuştu. İkinci fatih devri, Almana dönüş derken eski elde ettikleri yapı yok olup gitti ki enteresandır ortaya koydukları sistem tam Türk ekolu diyebileceğimiz gücünü mücadeleden boğuşmaktan alan ve temeli motivasyona dayalı ekoldü hatta Fatih Terim zamanından sonra da bununla iki şampiyonluk daha aldılar ama bundan sonra...

Yine mesela yıllar önce Seba vizyonuyla takımın başına gelen ve başarısız olmasına rağmen gönderilmeyip daha sonra hakiki bir yıkılmaz armada yaratan Milne de birinci gruptu, kurdu sistemi siz bununla devam edin dedi gitti, sonra...

Fener'e gelirsek çok geldi birinci gruptan ve nerdeyse hepsi başarılı oldu ama hiçbirinin sistemi kalıcı olamadı çünkü kaynayan kazan bir türlü tıngırdayamadı, Perreira geldi o zamana kadar kimsede olmayan sistemi kurdu hemen ertesi yıl ikinci gruptan olan Lazaroni geldi ama sistem bir yılda kalıcılığını sağlayamadı, Daum geldi şampiyonluklar aldı Türk-Alman karışımı bir sistem bıraktı, Zico idare etti hatta üstüne Didivari Brezilya cilası çekti ama kaynayan kazan Zico'yu erittiği gibi Aragones'le yapılanları buhar etti...

Bu yıla gelirsek aslında Fener için doğru adımlar atıldı gibi Türkiye yi tanıyan hatta bence artık yerli sayılması gereken ve yerli hocalar düşünüldüğünde en başarılısı diyebileceğimiz Daum var, belki vizyon açısından eskiye dönüş pek iyi bir tercih değil ama Aragones'le yıkıma uğramış bir takımı yeniden yaratabilecek, kendisini ülkeye ve nicelerine kanıtlamış bir hoca fena bir tercih değil, ama cimbom için ben pek iyimser değilim şimdi klasik o Barca'da ben de olsam şampiyon yapardım demiyceğim tabi ki ama Rijkaard'ın iyi bir kurucu hoca olduğunu düşünmüyorum belki Neeskens olabilir...Cimbom için Total Futbol ekolu hedefse gittikleri takımlara bu sistemi inatla uygulatmayı başaran Van Gaal yada Co Adrianse daha doğru bir tercih olabilirdi çünkü bu adamlar kurmaya alışkın adamlar ama Rijkaard şimdiye kadar hiç bir şey kurmadı hazır Barca sistemini idare etti ama artık burada bir sistem kurması bekleniyor.

Aslında ne acıdır, futbol üzerine düşünecek yeni şeyler yaratacak kişileri bir türlü üretemeyişimiz...

Düşünün bunca yıldır Türk ekolü adına yapabildiğimiz motivasyonla kendini paralayan çocuklar ki bunu bile geliştirmek yerine hemen başkalarına geçmeye çalışıyoruz ve bunu yaparken bile doğru tercih yapamıyoruz, elimizdekilerin değerini bilemeyip hep bir maymun iştahı hep bir tüketme kaygısı...Bunun açıklayacak sosyolojik yorumlara ve bu ülkeyi baştan kurabilecek yaratıcılığa ihtiyacımız var.

ve bu yazıyı...
Sepp Herberger'in, Helmut Schön'ün öğrencisi Mustafa Denizli'nin hocası, şu an Daum'un ekmeğini kazanmasında bile etkisi olan, Türk futbolundan bahsedebildiğimiz için minnet duymamız gereken, kurucu hocaların en Türk'ü, rahmetli Derwall'e...
Ülkemize sambayı, Brezilya'yı getirmiş, rakısını içmiş keyfine bakmış, o zaman ki en büyük takımı yaratmış, Alex'in bile minnet duyması gereken, alicenap bilge, kara kobra, Didi'ye...
ve İngiliz centilmenliğiyle bir stil yaratıp, yenilmez armada kuran ve Maf'ı Türk futboluna hediye eden Milne'e, adar...
Devrimlerini devam ettirmek için olanca gücümle savaşacağıma söz veririm.

9 Temmuz 2009 Perşembe

Biz bize benzeriz

4-4-2 Dergisindeki köşeden esinlenerek buraya önerilerimi ekleyeyim dedim.



Nihat Özdemir-Mel Brooks


Leo Franco-Mehmet Öz



ve bence en iyisi Julia Roberts-Emre Aşık, dikkatli bakın, bir abla-kardeş göreceksiniz...

7 Temmuz 2009 Salı

Kralex

Şu 10 numara kavramını pek anlayamıyorum mesela Oğuz'la, Tanju 10 numara için kavga edebiliyorlarken, bir takım, on numara arıyor denildiğinde siz kimi anlıyorsunuz Oğuz tipinde birini mi, yoksa Tanju tipinde birini mi?

Pele, Metin Oktay ve Rummenige on numaraydı, Maradona, Platini ve Hagi de... Bunların hepsi futbolcu olarak on numara ama forma olarak 10 numara olmaları bana garip geliyor, birinci grup golcü, gol anında biten, tamamlayanken, ikinci grup oyunu okuyan, kuran, yöneten tipte...Peki Alex?...

Hagi bir orta saha elemanıdır tıpkı Maradona gibi...Oyunu okur, anlar, yönetir, tempoyu ayarlar, ama Alex hücumcudur tıpkı Pele gibi...Orta sahaya gelir kendini gösterir ileriye gider golünü atıp, işini bitirir...Hagi topun yanına gelir, Alex topun gideceği yere gider.

Eski maçları bir seyredin ve Hagi'ye bir bakın, takım sıkışınca nasıl topa basıyor veya hücuma kalkarken takımı nasıl yönlendiriyor, mesela o takımın ilerde top tutan bir hücum elemanı yok, Hakan yada Arif top saklayamıyor onlar paslar yapıp yer değiştiriyor ama topu hücumda ikame ettiren Hagi, Alex böyle mi peki, o topu sevmiyor, ilerdeki adam olmak istiyor onun için Semih'le iyi anlaşıp Kezman'la dikiş tutturamıyor, o golü atan, işi bitiren, oyunu veya hücumu yönlendiren değil hücumun yönlendiği adam olmak istiyor.

Yanlış anlaşılmasın bu yazı Alex'le, Hagi'yi kıyaslamak için değil, Hagi'yle, Alex'in elmayla armut kadar farklı olduklarını vurgulamak, bir orta saha elemanı ile bir hücumcunun kıyaslanamayacağını anlatmak için yazıldı ve...tek cümle...Alex bir hücum oyuncusudur. Bunu defalarca kendisi de söyledi. Mesela yıllardır bir klişe var Alex sorumluluk almıyor büyük maçlarda kayboluyor diye, insanların anlamadığı topu niye istemediği. Topu istemeyince sorumluluktan kaçmış oluyor ama Romario da topu sevmezdi, Rummenige'de, Tanju'da yada Tevez'ı seyrediyor musunuz o da diğerleri gibi, orta sahaya gelip topu verip ileriye gidiyor...Bunların hepside mi sorumluluktan kaçıyor...Mesela Alex Avrupa maçları, ligdeki derbiler gibi üst düzey maçlarda kamyonla gol atarken gelip topu alıp takımı yönetmiyor çünkü o öyle biri değil o golü atacak adam...Bir de defans yapmıyor koşmuyor lafı var...Adam orta sahaysa ve koşmuyorsa şikayet edersin ama adam hücum elemanıysa, golcüyse...Gönül isterki Rooney gibi yardırsın ama iyi pas atıyor diye Scholes performansı da beklenmesin, Zlatan kadar defans yapıp Alex kadar sayı yapsa ben görevini yapmış sayarım...Zlatan ne kadar defans yapıyor ki...

Peki niye bunların hepsi birden on numara olarak anılıyor çünkü bunlar yaratıcı topçular, şahsına münhasır yaratıcı, üretken adamlar, Alex'i de böyle, Hagi'side ama farkları şu ki birisi oyunu yönetmekte yaratıcıyken öbürü skoru değiştirmekte.

2 Temmuz 2009 Perşembe

Kör olasın kahpe devran

Bugün 2 Temmuz, kör olası 2 Temmuz, bundan 16 yıl önce ağlamıştım, bugün gene ağladım arkamızda kalanlara ve yazık olanlara.

22 Haziran 2009 Pazartesi

Türwengerlent


Wenger hakkında bir yanlış yapıldığını düşünüyorum...

Kendisi hakkında artık genel kanı hep geleceğin takımını kuruyor, gelecek bir türlü gelemedi diyorlar...

Dikkat edilmesi gereken durum, bu gençleri genel olarak orta saha ve beklerde tercih ediyor olması ve adamın aklındaki futbol için oyuncunun genç olması gerektiği yani gelecek planlamıyor oynatmak istediği taktiğe göre oyuncu seçiyor tıpkı diğer hocalar gibi...
Mesela bir gün Wenger'le röportaj yapmışlardı ve idmanlar üzerine şöyle bir laf etmişti, bir futbol maçı 90 dk iken idmanların 3 saat olması bana garip geliyor onun için ben oyuncularıma 90 dk lık idmanlar yaptırıyorum ama onlardan tıpkı maça çıkmış gibi ciddi, disiplinli ve gayretli olmalarını istiyorum. Yani Wenger in asıl amacı takımını yüksek tempo denilebilecek bir modelle çalıştırıp onlara güç, hız ve özellikle dayanıklılık kazandırmak. Yani uzun uzun maratoncu gibi değil kısa kısa ama sprinter gibi...
Bir de şöyle diyor futbol topla oynanır ve bir futbolcu topsuzken hızlı olması birşey ifade etmez topla beraber kondüsyon kazanmalı ve topla beraber hız ve dayanıklılık, bunun için bütün bu 90 dk lık idmanlarını temelde hız dayanıklılık üzerine kurup topla çalışmalarını artırarak oyuncularının hızlı düşünmelerini ve topa hakimiyetlerini artırmak istiyor.
Kısacası hızlı düşünen, bir maçın her dakikasında haraket eden bir takım yaratmak istiyor bunun içinde kasları daha oturmamış, gereksiz idmanlarla şekilleri bozulmamış, ağırlaşmamış gençlere ihtiyaç duyuyor. Tabi ki defans gibi, sırtı dönük forvet gibi, ya da pozisyon alan ön libero gibi görevler için daha az hareket ve daha çok akıl gerektiğinden buralara tecrübeli oyuncular koymaya çalışıyor ve sorunda burada çıkıyor, bu kritik pozisyonları da gençlere verince...
Gilberto Silva, Sol Campbell, Bergkamp gibi adamlar varken zaten Wenger başarılıydı premier ligi aldığı gibi finaller de oynadı ama bunları sayıları azalmaya başladıkça problemler de başladı.
Kısacası Werger'in takımı galaktikoslar kuramayacağına göre ve oynatmak istediği futbol hepimizin de hayallerini süslediğine göre adam en doğrusunu yapıyor.

Not1: Bizim Emre'nin ve hatta Rosicky nin de problemi bu gibi biraz, daha kasları yerine oturmadan yaptıkları yanlış idmanlar, güçlü yönlerini daha güçlü yapacağına zayıf yanlarını daha kırılgan yaptı. Mesela Emre o tekniğine rağmen belinin kalınlığından dolayı dönerken zorlanıyor büyük ihtimal güçlü olmak için yaptırdıkları idmanlar sonucu tıknaz güçlü bir yapıya kavuşurken hesaba katılmayan kıvraklığı onu sakatlıyor, hatta sakatlıklarından birini bu dönüşlerden sonra olmuştu yanlış hatırlamıyorsam.

Not2: Wenger'in gençlerine bir bakın bir çoğu tıfıl, zayıf, güçsüz ama bir o kadar dayanıklı ve hızlı bir de bizim Arda'ya bakın ağır, hantal, dayanıksız ama teknik, teknikliğini allah vergisi kabul edersek, Arda heralde Wenger'in elinde Fabregas'a nal toplatır, Fabregas'sa bizim gazcıların elinde amatör kümelik, artı bana Tuncay'ın premier lig tarafından tercih edilmesi biraz da bu yüzden gibi geliyor, o da çelimsiz ama dayanıklı ve çabuk, ayrıyeten çalışkan ve özel olarak ilk toplara müdahalesi kendine has, ama Tuncay da şimdi orta sahaya gelip incecilik yapmaya çalışıyor yani onun da yolu yol değil, güçlü yanlarını daha güçlü yapacağına tekniğini geliştirip, orta saha elemanı olmaya çalışıyor.


Not3: Buradan bizimkilere de bir işaret çakalım bırakın artık temposuz idmanları, gençleri su almaya bile koşarak yollayın, artık altyapılarda uçan kuşlar istiyoruz, gözü kapalı top sürüp, pas atacak gençler istiyoruz öyle yarım saatte haraket eden robokopların, enine çalımlarını değil.

21 Haziran 2009 Pazar

94 Selecao v.s 09 Yiğido

Şöyle bir soru soralım sonra da cevabını arayalım...

1994 yılının şampiyon Brezilya'sı ile 2009'un ikincisi Sivasspor'u maç yapsa kim kazanır?

Önce niye 94 Brezilya, benim hatırladığım en eski kadrolardan biri, aslında seyrettiğim diyeyim, ayrıyeten şampiyon olmasına rağmen göz doyurucu bir takım değillerdi, aslında geçiş dönemine denk gelen o zamanın iyi bir takımıydı, geçiş döneminden kastım tekniğe dayalı futboldan, fiziğe daha doğrusu harekete dayalı futbola geçişin...O takımın en büyük artısı topa uzun uzun sahip olması bunu da üstün tekniği ile topu saklayarak yapmasıydı, gol yollarında işi hızlı ataklar yerine bitirici ayaklara bırakmıştı ve onlarda görevlerini iyi yaptılar...Uzun uzun hazırlık pasları yapar, yavaş yavaş rakibi sıkıştırır, dar alanda net pürüzsüz bir alan savunması yaparlardı, alanı sahiplenecek düzeyde disiplinli bir savunmaydı, ama ne orta sahada ne de hücumda yıkıcı sert topçuları yoktu en sertleri ki bence en önemli adamları Dunga bile şimdinin Essien, Makalele tarzı yiyicilerin yanında küçük emrah kalacak denli kaymak, yumuşak bir oyuncuydu ve o takım kesinlikle bir savunma takımıydı...
Bu yılın Sivaspor'una gelecek olursak, o da bir savunma takımı, geride oynayan, dar alanda oynayıp hızlı ataklara kalkmaya çalışan, ileriye uzun top atıp topun düştüğü bölgeye pres yapmaya çalışan Türk ekolü temsilcisi, yani aradan 15 yıl geçmiş neler değişmiş onu görmek açısından başka bir savunmacı tercihi...

Bir kere şu kabulleri yapalım bu yılın Sivasspor'u, 94 ün Türk milli takımını yener ve 94 ün Brezilya'sı bırakalım İspanya'yı falan bugünün Türkiye'si karşısında tarihi fark yerdi.

Bu durumde bu kıyas için birbirine en yakışan ikili bu oldu...94 Selecao v.s 09 Yiğido...

Bir kere birbine ters olabilecek bir halleri var Brezilya yavaş oynayıp topa hakim olmaya çalışırken Sivaspor kontratak oynayıp topla ilgilenmeyen bir takım, bu durumda avantajlı olan Brezilya gibi dururken konu fiziğe geldiğinde, delişmenliğe, saldırganlığa, prese geldiğinde Sivas ezergeçerus...
Teknik ve bitiricilik Brezilyanın göbek adı, Bebeto tutar Romario çakar, aradan kaçar, havadan yakalar, yerde bitirirler ama defansta Bilica var, yakalarsa sinek gibi yapıştırır, o çıtkırıldım Bebeto'nun ayağını alır Romario'ya verir.
Futbol zekası a dan z ye Brezilya'dır, zaten bu müsabakada kilit olan o takımın zekasının yüksekliği yani Brezilyalılar öyle topçu yetiştiriyor ki duruma uyum sağlamak için ne gerekiyorsa araştırır bulurlar yani Sivas fiziken ezse bile Brezilya'lılardan her an bir çözüm gelebilir, gelirse de bu Sivas için sonun başlangıcı olur.
Hız konusunda Brezilya'lıların kıçını kaldıracak dermanları yok, Sivas hızlı yer değiştirip hızlı atağa kalkarsa Brezilyalıların başını döndürebilir.
Fiziken yıkıcılığa bakarken boyutlardan ziyade, tarzları kıyaslamak lazım bence mesela Aldair ya da Marcio Santos boy pos olarak yabana atılacak adamlar dağiller ama oyun tarzı olarak sertlik, ezicilik bunu yaparken ortaya koydukları hız düşünüldüğünde Mehmet Yıldız'dan dayak yemeleri kaçınılmaz olur.

Şöyle bir tabela yapalım....


-------------94Brezilya----------09Sivas---

hız--------------4-------------------8--------
teknik----------8-------------------6--------
pas--------------9-------------------6--------
fizik-------------6-------------------8--------
defans----------7-------------------7---------
hücum---------8--------------------6--------
pres------------3--------------------8-------
kaleci----------8--------------------6-------
zeka------------8--------------------6-------


Bu tabelaya göre puanlar eşit çıkıyor tabi daha bir çok değişken var, bizim ki farazi bir araştırma...

Soru aslında bu olmalı futbol ne kadar değişti ya da gelişti.
O zamanın şampiyonu Brezilya'nın futboluyla günümüzün İspanya'sının yada Fransa'sının futbolu arasında ki fark dağlar kadar, artık oyun hız, fizik, teknik...Aslında bir insanın sahada yapabilecekleri herşey üzerine kurulu bir halde, artık futbolcuların düşünmek için uzun zamanları yok Dunga gibi sağa sola bakacak durumları zaten yok, hızlı olan, bunu yaparken ayağına hükmedebilen, yapacağı hareketi önceden düşünen, savunma yapan, mücadele eden adamların devrindeyiz artık kimse kimseye incelik yapmak için fırsat tanımıyor.

Dünya ilerliyor, futbol ilerliyor ve 15 yıl çok uzun bir zaman, en azından futbol için...Yoksa Jordan gelsin hepsini kepaze eder...

14 Haziran 2009 Pazar

Logo


"Profesyonel sporcunun yaşadığını stres mi zannediyorsunuz asıl stres akşam evine ekmek götürmek için çırpınan işçinin yaşadığıdır."
Önce şuna açıklık getirelim bu laf Charles Barkley'e aittir. Kelimesi kelimesine böyle midir onu tam bilmiyorum ama meali budur ve öyle ağır bir lafdır ki altında kalmamak elde değildir.

O zaman bu lafa şöyle bir katkıda ben yapayım, sahadakinin çektiği çile bir şey değildir, tribündekini yaşamak lazım, işte onu da yaşayan bilir...Her gece uyumak için kadrolar yapan, yenilgilerde içine kapanan, galibiyeti sanki cennetmiş gibi yaşayan, saçma bir lafa alınıp saatlerce ağlayan bilir, peki bütün bunlar bir işçinin emeğinden değerli midir, değildir tabi ki bunlar safi fasafisodur.

Bıktık artık bu tribün güzellemelerinden değil mi? Bırakın taraftar vırvırını çıkın meydana, vurun gafilin sırtına sırtına, sökün taraftarın hakkını ve gidin işçinin emeğiyle paylaşın, bakın bakalım cennet neymiş.

Ferman devletinse tribünler işçinindir...

Ve bizim logomuz tam da budur, sporcudur, işçidir, seven, sevilen, acı çekendir, hayata hakkını veren, yatan kalkan, yaratandır, ama evine ekmek götüren, ekmeğine bulaşanın gözünü oyandır ama en mühimi babanın dediği gibi o tokatın hesabını sorandır.

9 Haziran 2009 Salı

Pep'in süveteri

Bu 3 kupalı sezonda bunca barca güzellemesi okumuşunuzdur, pasıydı puyol’uydu, total’iydi diye bize de pep’in süveteri kaldı, iş bu yazı konusu olan…
Bizim yaygın medyada bu kazak önemli husustur ama pembe olunca...Onun dışında kimse ne giydiğine bakmaz ama pembe giyince yazıda olur, başlıkta, tezahüratta, pankartta, işte bizimki de o hesap...Aslında bizim ki başka hesap…Bizim ki bir süveter hikayesi, süveterin baklavası, hocanın karizması.
Karizmadan ne anladığınızı bilmiyorum ama topçu milletinin karşısında kuyruğu dik tutmanın bir yolu varsa karizmatik olmaktan geçiyor artık, yoksa adamı tefe koyar oynatırlar ya da kafaya yumurtayı geçirirler, üstelik onun kokusuda çıkmaz. İşte bu karizma problemini çözmek için hocalar bir çok şeyi deneyebiliyorlar, baba(1) gibi ağır ağır konuşmalar, kararlı kararlı kesip atmalar, tabi bir de kaşkollar, fularlar, konu Pep olunca ayrıyeten kazaklar, ince kravatlar.
Her şey bir kenara Barcelona’nın bu seneki başarısının arkasında Pep’in süveterinin, güzel giyinmesinin, olduğunu düşünüyorum, ve bizim başarasızlıklarımızın sonucuda Pep gibi giyinen hocalarımız olmadığını, yoksa...
Sorarım size ülkemiz de en az italya, ispanya kadar tekstil devi olmuş, tekstil konu olunca yeri göğü inleten bir memleketken, elin oğlu kenar da manken gibi salınırken bizim, imparatordan ithal gemici düğümü kaşkolun ötesini göremememiz neyle açıklanır. Pamuk var, kumaş var, Nişantaşı var, Deniz Berdan'la öbürü var, helvayı kim yapacak, bizim niye Pep’imiz yok Riijkard’ımız yok, böyle artisan takılıp, sinirlenince efendi efendi kulübe mikası kıran, öyle yiğido gibi dove dove öldürmeyen…
Şimdi bu konuda hocalara sallasak ayıp olur, yanlış olur, adamlar, topçuların dertleriyle mi uğraşsın, yöneticilerin kaprisleriyle mi yoksa “yoklama macun” larıyla mı…Hepsini halledecek, ekmek parasını garantiye alacak, birde gidip Nişantaş'larına mı takılacak, haliyle olmuyor, olmayınca ne oluyor, bizden Pep'ler yetişmiyor.
Burada en büyük iş yine anlı şanlı kulüplerimize düşüyor, ya bu adamlara modacı tutacak, o gidecek alışverişleri yapacak, giydirecek bizimkileri, ya hiç bu işlere bulaşmadan direk Yeniköy kasabını getirip arkana bile bakmayacan ki nasıl olsa o kendi halinde takılır, yada Cruyf gibisini bulacan ki o senin hocana alışveriş için yeterli vakti sağlayabilsin.
Buradan şu sonucu çıkarıyorum kaşkolu süslü bağlamayla olsaymış imparator Cruyf olurmuş yada imparator yapamamış Cruyf yapmış. işte o sarı fare öyle bir takım kurmuş ki, öyle bir sistem yaratmış ki başına getirdiğine de iyi giyinmek için dünyanın vakti kalmış, adamda giymiş süveterin baklavalısını, bize de kalmış imam çağdaş'ınki...off hışır hışır....ılık ılık...

8 Haziran 2009 Pazartesi

Joe Kleine

"joe kleine"Boston Celtics'ten tanıdığımız ama asıl şöhretini Bulls-Suns final serilerinde sağa sola bulaşarak, sonunda da pek de bir işe yaramayarak elde etmiş beyaz amerikalı...

Bu giriş en azından sözlük formatına uygun oldu. Zamanında ekşisözlükten atılırken sebep buydu sözlük formatı...Hatta şöyle olmuştu...Maradona başlığının altına santa maradona yazmıştım beğenmemişti birileri...
İşte anlayacağınız üzere blogglar alemine katılımımız yıllar evvel nickname olarak seçtiğim bu isimle oldu, tabi yine anlayacığınız üzere futbol, basketbol, spor, yemek, sinema, müzik, siyaset üzerine bildiklerimi, gördüklerimi, düşündüklerimi paylaşmak, fikirlerimi yaymak buradan oluşan sinerjiyi ülkenin ve toplumun değişimin de kullanmak için bu blog var.
Ve bu blogun şakası yok...