23 Mayıs 2011 Pazartesi

2011 sampiyon


İstanbul'a geleli 16 yıl oluyor gördüğüm heralde altıncı şampiyonluk ama sanki hiç görmemiş kadar mutluyum. Peki niye?
çünkü geçen yıl üzüntümüzle çok dalga geçildi hani dalga bir yerde katlanılır ama biz üzülürken milletin pişkinliği çok acaip...sonuç ne oldu...bizi şampiyonluktan eden trabzon aslında kendi şampiyonluğunu bursa'ya hediye etmiş oldu. Geçen yıl üzülmüştüm evet ama şimdi aslında ne derece gereksiz üzüldüğümü anlıyorum çünkü trabzon bu numarayı yapmasaydı şimdi daum ve onun garip kurnazlıklarıyla vakit geçiriyor, bir sürü brezilyalıya umut bağlıyor olacaktık şimdi durum ne? istikrar için yerli ve kendini kanıtlamış bir teknik grubumuz var ve o grup çağdaş futbolu takip ediyor...Trabzonda paraya karşı gurur zırvalarıyla vakit kaybediyor...
son olarak bir öngörüyle bitiriyorum...bu takım anormal durumlar oluşmazsa 3 yıl daha bu ligi alır götürür...yani çok fatihler, tayfurlar, şenoller bu yolda telef olur.
Not: Fener yöneticileri veya Aykut Kocaman'ın yerinde olsam kupayı Trabzon'a armağan eder hatta bir dostluk maçı organize eder kupayı Trabzonlu'larla birlikte kaldırırdım işte bu da olursa 4/3 ün mahvoluş süresi hızlanırdı.

9 Mart 2011 Çarşamba

Fener'i sevmemek

Anadolu'dan gelmiş İstanbul'da yaşayan bir Fenerbahçe'li olarak niye memleketsporu tutmadığımı anlayamıyorum, hayır seviyorum da memleketimi ama takımını niye sevemiyorum? Bu benim mi suçum yoksa bu ülkenin mi? Niye hep birinci takım üç büyüklerden biri, ikinci takım memleketspordur.

Bir kere bizim futbol havası pek bir homojen, toplum tek merkezli olmaya alışmış, ne doğru düzgün birey olmuş ne örgütlenebilmişken nasıl ki her yerelleşme hamlesinden bölücük paranoyasıyla korkulmuşsa mecburi futbol istikameti de o derece merkezi kalmış. Bu merkezilik öylesine güçlü ve çekici ki ülkenin İstanbul'la üşüyüp İstanbul'la terlemesi, onunla sallanıp onunla trafiğe takılmasına varan, dışlayan, unutan, kimseyi hesaba almayan bir merkezilik, yani sen adama çocukluktan itibaren yerelin değil de ülkenin önemli olduğunu pompalayıp bütün İstanbul'u allayıp pullayıp satarsan sonra kendi şehrinden taraftar bulamazsın. Bursa'yı, Trabzon'u bilmem de Anadolu'da kimse kendi şehrinin takımının taraftarı değil, şehrin takımı fenerle oynarken cimbomlular o gün memleketsporlu, cimbomla oynarken fenerliler doldurur şehir stadlarını...Hatta Bursa ve Trabzon için bile eski başkanlarının, hocalarının başka takımları tuttuğuna dair dedikodular hiç bitmez Levent Kızıl, Mehmet Ali Yılmaz Fenerli, Özkan Sümer cimbomludur derler...

Peki durum böyleyken kimdir bu fenerden nefret edenler mesela antepsporlu taraftarlar mı? ya da sivassporlular mı? yukarda aslında böyle bir kitle olmadığını anlatmaya çalıştım yani antepsporlu yok ki fenerden nefret etsin hadi son yıllarda anadolu kaplanları ayağına arttı bu taraftarlar diyelim peki böyle kamuoyunda fener nefreti diye bir kavramın doğmasına sebep olacak kadar varlar mı bu adamlar...

peki fener trabzonla berabere kalıp bursa şampiyon olunca istanbul da sokakta cimbom beşiktaş formalarıyla gezenler antepsporlular mı? siz sevmiyorsunuz nefret ediyorsunuz diye kamuoyu yaratıp herkesin de sevmemesi lazım diye bağırınca adı nefret mi oluyor bunun, valla benim umudum var, arkadaşlarım var...başkasının üzüntüsüne göbek atınca ne anlaşılacağını bilenler var...mesele nefret etmek değil nefret yaratmak.

19 Ekim 2010 Salı

Premiership

Şu Premier lig güzellemeleri beni rahatsız etmeye başladı ki ben bu ligi zevkli bulmuyorum.

4 hatta 3 ingiliz büyüğünün oyunundan başka modern futbol denilebilecek, zevkli bir oyun oynayan takım yok, hatta Arsenal den başka paslaşmaya çalışan bile yok. Deli deli koşturmalar tempo yapacağız diye panikleyip habire top kaybetmeler, uzun uzun paslar...
Premier ligin olayı bana bir nevi apelasyon mantığı gibi geliyor yani şaraplık üzümlerini korumak için Fransızların aldıkları kararların futbol versiyonu gibi... Aman ağır top oynamayın, aman bir puan için defansa yatmayın, yok aşırı sertlik yapmayın. Sonra ne oluyor Chelsea'ye karşı Chelsea gibi oynamaya çalışan Wigan 8 yiyince Premier lig şahane oluyor... Haddini bilmeden kendini bilmeden oynamaya çalışmak niye güzel olsun ki.  
Esas soru şu galiba; Adamların kendi teamüllerini yaratması marka değeri için mi yoksa ligin veya futbolun temel kalitesi için mi? Bana hep birincisi gibi geliyor yani Nba'in reklam molası ya da sıkıcı maç sonu faullerine başvurmaması gibi bir durum ve bana bir Türk topçusunun atamadığı paslar veya gollerin yanında dişe diş mücadelesi kadar sahici gelmiyor. 
Belki sorunun aslı benim gibi düşünenler içindir futbol bir oyun mu gerçekten...

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Tesadüf

Aziz Yıldırım, Uefa kupasına tesadüf derken neyi kastetti bilmiyorum ama bu ülke de birileri başarılı oluyorsa akılla mantıkla olmadığı aşikar...Yani bu ülkenin bütün başarıları aslında bir "Tesadüf"...Pek huyum değildir ama evet Aziz Yıldırım'a katılıyorum...
Başarı, bir çalışmanın sonucunda gelir, birileri emek harcar-uğraşır-didinir ama bir plan, bir mantık olmadığı zaman kırk yılda bir olur hele ki arkası gelmediği zaman belli olur ki aslında bir tesadüfmüş...
Mesela kim Sürreya Ayhan'ın başarısının planlı olduğunu söyleyebilir veya Nevin Yanıt'ın...Bir insan çıkar ve çocuğu fark eder, çocuk şampiyon olur ondan sonra kamuoyu işin içine girer ve her şey yok olur...Bir jenerasyon yakalanır üstüne verirsin gazı Uefa kupası gelir,  jenerasyon dağılır her şey unufak...Peki kardeşim akıl ne zaman bizim kapımızı çalacak.
Ne bileyim dünya futbolu bu kadar aşikarken niye bizim futbol parametrelerimiz o seviyelere gelemiyor? hala niye başkanın keyfi ve şans kıskacındayız. Mesela buradan Aziz Yıldırım'a soruyorum, Barcelona'nın başarısına da tesadüf diyebilir mi? derse yıllarca bir futbol mentalitesini eğitim sistemi haline getirmek için çabalayan nice insana ayıp olmaz mı? Peki bu yöntemlerin onda birini Fener'e uygularsa başarısız mı olur?
Kolay sorularla suyu bulandırmayalım bunu görüp uygulamak için vizyon gerek, bilgi gerek araştırmak gerek, ee peki kardeşim bunca yıl mütaahitlik yapıp da diktiği yüzlerce binadan herhangi birisi ülke uygarlığına hiç bir yararı dokunmamış bir adamdan futbol uygarlığı için bir hamle yapmasını beklemek işi "Tesadüf"lere bırakmak değil midir?

8 Haziran 2010 Salı

Futbol stilleri üzerine 2

Boksta da olan bir tarzdır. Bir kısım boksör küçük küçükte olsa yumruklar atıp rakibini iplere sıkıştırıp maçı kazanmak ister, bir kısım boksör de hiç öyle işlere merak salmayıp direk bitirici yumuğunu atmak için kendini saklar...
...Mesela Apollo birinci gruba yakınken Rocky hep daha güçlü olan sol yumruğunu vurmaya çalışır hatta vurana kadar da bayağı bir dayak yer, tabi futbolda da bu iki tarzında karşılığı vardır ama yazının konusu Apollo'nun ki...
Bu tarz futbol stilinde hücum organizasyonları pek kullanılmaz önemli olan rakibi arka arkaya salvolarla sıkıştırıp hataya zorlamaktır bunu bazen büyük alan kaplayan topçularla yaparsın bazen çok koşan topçularla ama temelde rakibi baskı altına alma onu oynatmama ve kapılan toplarla hızlı olarak kaleye gitmeye çalışmak vardır.
Bir klişe olarak rakibin oyununu bozan takım demiyorum...Temelde amaç tabi ki rakibi bozmak hataya zorlamak ama moto mot öküzlerin koştuğu bir takımdan ziyade alanı maksimum seviyede parselleyen bir stil söz konusu, yani yapabilmek için oyun okumayı bilen oyuncular lazım...Vereceğim örnek 2000 gs'nin çılgın koşu performansı değil, Chealsea ve İtalyanlardır.
Mesela Angellotinin kupa aldığı Milan da bu kategoriye girer o takımın yavaş yavaş rakibini kaleye doğru itmesi sözkonusuydu bunu da yetenekli hücumculardan ziyade alanında büyük yer kaplayan oyuncularıyla yapıyordu, maçın başında sanki dengeliymiş gibi gözüken oyun pek de hücum varyasyonu olmadan, yavaş yavaş milanın kontrolune geçer, maçın sonlarına doğru rakibi artık kalesine sıkışmış olurdu ve bu oyunu, Maldini gibi bekler Seedorf gibi açıklarla oynuyordu(evet Seedorf sol açık oynuyordu)...Yani hızlı akıcı bindirici oyunculardan ziyade geniş alanlara hükmeden pozisyon almayı bilen ve tabi ki sert oyuncularla yapıyordu bunu.
İtalyanlar zaten yıllarca bunu yaptı yani basitçe savunma yaptılar sadece sahalarına sahip çıkıp biraz da sertleşince ortaya böyle bir oyun çıktı buna biraz teknik sosu ekleyince hep şampiyonluklar geldi, aslında Mourinho takımlarıda bu oyunun etkisini taşır, sık yer değiştiren hocalara uygundur çünkü uygulaması görece en kolay tarzdır ama sabırlı taraftar gerektirir.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

2010

O değil de bu bursa taraftarı bursaya gelen diyarbakırlıları taşladılar ve hiç ceza almadılar, diyarbakırlılar cezayı diyarbakırda kesmeye kalkınca maç yarım kaldı bursa hükmen kazandı yani bursa diyarbakırlılara kahrolsun pkk dediği için beleş 3 puan aldı... Ha şu var en azından dün gece diyarbakırlılar üzülmüşlerdir, gene onları sevmeyenler kazandı diye... 

Bir de kendi takım sevgisini başkasının üzüntüsü üzerinden tanımlamak garip değil mi? Yani Fener şampiyon olamadı diye sevinmeniz normalde o formaları giyip  dolaşmanız niye? koca bir sene giyemediğiniz formaları Fener, Trabzonla berabere kalıp Bursa şampiyon olunca giymek nasıl bir komplesktir...Emin olun bu takım gene şampiyonluklar görecek bu günler unutulacak ama koca ve karma bir güruhun milletin üzüntüleriyle dalga geçmesi unutulmayacak, işte bölücülük budur...

22 Mart 2010 Pazartesi

Ekolay 2

Bence tribünlerin, tezahürat(destek) konusunda bilimselliğe ihtiyacı var...Ve bir de ekole...

Nasıl ki futbol takımlarına sallıyoruz yeri geldiğinde, ekolsüz diye işte biz de taraftar olarak kendimize özgü bir tribün ekolü aramalıyız bence...
Bir kere şunu konu dışı bırakalım, desteğin temelinde maçı kazanmayı istemek ve taraftarın o maçı değiştirebileceğine olan inancı vardır...Bunlar yoksa zaten konuşacak bir şey de yok ama ya varsa işte o zaman bari akıllıca yapalım kaygısı taşıyorum, işte ekol de budur, bir şeyi akıl yoluyla yapabilmek.

Bir de bu probleme başlarken işin eğlence tarafı önemli, yani aslında niye o tribünlere gidiyoruz? Mesela salt eğlence, kendini eğlendirmek için mi veya iyi vakit geçirmek için mi, yoksa hem eğlenip hem takımına destek vermek için mi? Ben burada üçüncü gruba girenlerdenim ve tribünde ekol konusu da o grubu ilgilendiriyor yoksa insanlara nasıl eğleneceğini öğretmek haddimiz değil.

Bir kere bilimsellik için deney lazım...Hangi dakikada nasıl bir ses çıkıyor da bundan nasıl bir etki yaratılıyor. Islıklamak rakip futbolcu üzerinde etkili mi? veya ne bileyim belirli bir anda yükselen ses ya da tribünlerin bir anda coşması veya hakemin üzerine uğultuyla gitmek?...

Burada mesele takımı desteklemekse bu veya bunlar gibi sorulara verilecek cevaplar üzerine bir tribün ekolü önermeye çalışalım...Tabi ki en sevdiğimiz takım Fener tribünleri için...

Soruyorum size Fener tribünü deyince aklınıza ne geliyor? Mesela ben söyliyeyim; gürültücü bir taraftar, "samanyolu" ha bir de marşımız "viva la espana" peki koreografi-bayraklar v.s...Evet, son zamanlar da biraz da onlar...Bunlar dışında...Kocaman bir soru işareti...

Cevap aradığımız soruları özetleyelim:
1 Maça etki etmek için nasıl bir yol benimsenmeli
2 Fener tribünü denilince akla gelecek alamet-i farikalar neler olmalı.

Bir kere bence korkulan bir yer olmalı stadımız, ama böyle canhavli tarzı bir korkudan çok gerginlik, başaramama stresi yaratmalı rakip üzerinde, hakemlerin hata yapmaktan çekindiği ama aynı zamanda takım sevgisi konusunda dışardan bakan herkesi gıpta ettirecek bir tribün...Ve bayraklarıyla, koreolarıyla tabi ki şarkılarıyla maçları çeviren...

Şimdi bir iki örnek vericeğim...

Mesela efsane 0-3 den 4-3 lük antep maçında, herşeyden önce tezahüratlara toplu bir katılım var yani bütün stad beraber bağırıyor ve gök gürlemesi gibi bir yükleniş var ki rakibin eli ayağı kesiliyor...Yani bütün stadın katılımı etkili oluyor...Veya Parma maçı var ki meşalelerden çok o toplu gürleme hali tüyleri tikenletir...Yani görsellik ve gürültü önemli, ya da daha yakın, psv maçında ıslıklardan adamlar pas yapamamıştır...Islık da etkili... veya 4-4 lük cimbom maçında takım ne zaman desteklense gol atmış cimboma ne zaman küfür etsek gol yemiştik...Rakipe küfürden çok takımını destek daha etkili...

Bunlar gibi nice örnek sayabiliriz ama lafı uzatmadan sonuçlara geçelim...

Bütün staddan verim almak için ne yapmalı?

Mesela ben tribünde beste kirliğinin son bulmasından yanayım, karışık karmaşık besteleri öğrenmesi bile bir maç bitirecek vakit alıyor, maç seyrederken de söylenebilecek, mırıldanabilecek, çok bağırıldığında rakibe korku salacak kısık bağırıldığında keyif verecek yani takımın temposunu ayarlayabilecek, az ve öz bestenin devamlı söylenmesinden yanayım, besteler sezonluk belirlenmeli mesela sıkışık zamanlarda şu beste, keyifli zamanlarda şu, maçın başında bu gibi ayrımlar yapıp çok değil 4-5 beste bütün sezon boyunca söylenmeli ki kırk yılda bir maça gelen bile bilsin ve bütün stadla beraber söylesin mesela münferit gelen taraftara sorun en çok dört tribünün sırayla sarı-lacivert-şampiyon-fener diye bağırmasını sevecektir niye çünkü kolay ve yorucu değil aynı zamanda sıra kendine gelene kadar maç izletebilen türden ve tam katılımla etkileyici olmakta. Bir de gerçek anlamıyla şarkı..."Samanyolu" diyorum ama tribünle söylenmiyor çünkü söylemesi zor evet ben de çok seviyorum ama başka şarkılar aranmalı, maç sonu veya öndeyken Liverpool gibi söylenmeli ki basit bir beste olursa tribünün tamamı da katılabilir.

Rakibe baskı kurmak için ne yapılabilir?

"Islık" özellikle yabancı takımlara karşı etkili oluyor...Avrupa maçlarında top rakipteyken kulakları sağır eden bir ıslık, bizdeyken de mırıl mırıl bir şarkı bence çok etkili olur, takım bastırırken teşvik etmek için o şarkı yükseltilip uğultu yaratılabilir.

Yani bir Barcelona taraftarı gibi sus pus veya bir bjk taraftarı gibi yaygaracı olmayan, tribünlerde yaratıcılığı ve görselliği koreografilerle sağlayıp, takımı saldırıya kaldırmak için bir bestesi, defans için bir bestesi her duruma karşı özel bir bestesi olan ve o söylendiğinde herkesin durumu hemen anladığı, kolay ve maç izlemeye elverişli olan besteler...Yani maça hakimiyet ve eğlence...

Bunlar benim önerilerim, bu ekol konusu çok geniş ve uzun uzun tartışılmalı ama kiminle tartışılacak galiba esas problem bu...

13 Şubat 2010 Cumartesi

Futbol stilleri üzerine 1

Tetris gibi futbol oynamak...




Futbol oyunu, genişçe bir saha üzerinde 11er kişiyle oynanan bir oyun olduğuna göre sahanın yapısıda oyunun oynanmasında etken bir parametredir ve onu iyi kullanabilmek başarının anahtarı olabilir.
Kaleli ve sahalı oyunların tamamı için amaç kaleye mümkün olan en yakın pozisyonda topla buluşmak ve gol atmayı kolaylaştırmak yani bir takım uzaktan atacağı şutlar üzerine plan kurmaz, şut atmak ister ama bunu en rahat gole çevirecek pozisyonda yapmak ister...Yani bir takım için problem kaleye doğru ilerleyebilmektir.

Peki bu nasıl yapılacak...Paslaşarak tabi ki...

İşte bu paslaşmaların temeli boşluklara ve ileriye doğru haraket eden arkadaşına topu ulaştırmak, bu amaç sırasında Tetriste uzun çubuğu beklemekle vakit kaybetmeden pıtır pıtır yerleştirerek oynamak bir oyun tarzıdır.

Dünyada bu tarz futbolun en iyi uygulayıcısı Brezilyalılardır, yani hep lansedildiği gibi adam eksiltmek yani çalım atmak üzerine değil daha çok küçük hareketlerle yer değiştirip ve boşlukları doldurup ilerlemeye çalışırlar. Boşluklara hareket etmek bu oyunun temelidir yani bir beksen yada defans oyuncusuysan bile önünde boşluk varsa orayı doldurup pas istersin pası alıncada senden daha ilerde ve yine boşta olan bir arkadaşına ulaştırmaya çalışırsın ta ki kaleye en yakın olan şutu atana kadar... Ama Brezilyalılar bu tarzı benimserken hiç aceleci değillerdir, her zaman öngörüleri ve oyun zekaları üst üzeydedir ki en küçük takımdaki en kötü oyuncu bile paslaşmayı yani doğru zamanda doğru şiddet ve doğru açıyla topu arkadaşına atmayı iyi bilir ve top kendine gelmeden önce bunun hesabını yapabilir ama ağır çekimde...İşte bu tarz oyunda hızlanmayı başarabilirsen Barcelona09 olursun tabi ki Messi v.s ama o takımın oyun merkezini Xavi ve İniesta oluşturuyor ki yaptıkları en iyi iş sırtı dönük defanstan aldıkları topu direk önlerine alabilip boştaki arkadaşlarına ulaştırabilmeleridir yani hızı onlar verirken yer değiştirmeyi diğerleri yapmıştır zaten. Biz de ise Brezilyalılığından mütvellit Kanarya bu oyunu ağır çekimle olsa da oynamaya çalışır ve o ağır çekim haliyle bile çeyrek final yapmayı başarmıştır.

Bir kere konuyla ilgili kesin fikrim oyun sahasında kullanabilecek en iyi ve etken tarz budur çünkü bol hareket gerektirmesine rağmen bu hareketler küçük küçük olduğundan yorucu yıpratıcı bir durum oluşturmaz, paslaşma bolluğuda takım içi dayanışmayı ve demokrasiyi artırır ve en önemlisi iyi yapıldığında seyredene büyük haz verir, beceremeyen ayılarada bok atmak düşer ki aman taviz vermeyin.

12 Ocak 2010 Salı

Bence en iyi on yerli film.

Flying Dutchman blogundan esintiyle kendi en iyi on yerli filmimi seçtim...Seçim kriterlerimi ve gerekçelerimi kısaca yazmaya çalıştım, aslında her bir film için bir kitap yazılır ama bu kadarıyla idare edin şimdilik.


1 Umut: Anadolu toplumunu yansıtma biçimi, gerçekçiliği, üst düzey kadrosu ve oyunculuğu, döneminde yarattığı etki ve günümüze kadar bunu taşıyabilecek gücüyle müthiş içten ve evrensel olmayı başarabilmiş bir şaheser.

2 Yol: Başlı başına epik bir Türkiye portresi, zor koşullarda çekilmesi ve bitirilebilmesi hatta filmin asıl sahibinin film çekilirken hapiste olmasıyla bile dünya sinema tarihine girmiş bir film...

3 Uzak: Anlatım dilinin yetkinliğinin yanında batı felsefesiyle örülmüş doğulu hatta İstanbullu bir film...Söylediklerinin ağırlığı bile yeter...

4 Gelin-Düğün-Diyet: Anadolu tarzı hikayeciliği ile bize özgü köy-kent çelişkisini başarılı bir şekilde yansıtan Hülya Koçyiğit'ten bile performans almayı başaran üçleme...

5 Sevmek Zamanı: Kentli, farklı, felsefik hatta gerçeküstücü ayrıksı bir başyapıt, benzeri yok.

6 Masumiyet: Sanatsal olanla popüler olan arasındaki çizgiyi dramatizasyonunun gücüyle dengelemiş ülkenin bir dönemine damga vurmuş ekstra bir film...

7 Kibar Feyzo: Toplumsal gerçekçi denebilecek kadar güçlü hem de komik...

8 Hudutların Kanunu: İki büyük üstadın buluşması ve bir başyapıt.

9 Selvi Boylum Al Yazmalım: Esas gücünü aldığı romana sadakati ve uyumu, anlatım tarzının farklılığı ile doğulu bir aşkın, sevgi ve emekle mücadelesi.

10 Neşeli Günler: Halkın dilini kodlarını çözmüş bunu bir filmde harmanlamış, oyunculukları ve karakterlerin yapısı itibariyle doğulu hatta gelenekçi tam anlamıyla Türk filmi...Hatta Türk filminin tanımı...

19 Aralık 2009 Cumartesi

19122009

19 Aralık 2000'di hayata döndük, dönüş o dönüş...
Yazık bu memeketin evlatlarına, yazık bizlere...Haketmiyoruz böylesini...

Ölmek değil yaşamak istiyoruz ama güzel bir memlekette, adil bir memlekette, suyumuzla ekmeğimizle, peynirimizle soğanımızla...Bir isteğimiz budur...
Gün olur hayata döneriz, gün gelir bahar olur ama inşallah bu kıyımlar son olur...

5 Aralık 2009 Cumartesi

3.büyük

Ayının 32 türküsü varmış armut ile erik üstüne bizim ki de o hesap...
Yokmuş gibi hiç bir sorunumuz tutmuşuz bir barış-kardeşlik yolu hesabımızı yapmışız uygarlık için, kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz...Ama makamı değiştirmek lazım bazı bazı...

Bir soru sorayım o zaman, şöyle bir çevrenize bakının hiç başarısız adam görecek misiniz? ya da her şeyi bilmeyenini...Toplumun başarızlığa tahammülü yok, evlilik başarılı olmalı, iş hayatı tabi ki, çoluk çocuk ha keza, peki bunun dibi nerede, kimler yenilecek bu orta sınıf tertibatına, peki bu saatten sonra kim sıradanlaşmayı, küçük bi kasabada çiftçi olmayı göze alacak yada şunun savaşını verecek, küçük adamlığın...Bu yolda tevazu olmuş şehit, şeref gazi, erdem para, kriter başarı...

İşte neoliberalızmin yarattığı algı dünyası böyle bir duruma tekabül ediyor, kendini başkası üstünden tanımlama hali... Onda olanın sende de olması, sende olanın mümkünse kimsede olmaması bencilliği...ve bahsedilme, birinci olma, başarılı olma fetişi... Hayata maskelerin arkasından bakma ve açık vermeme stresi...

Yahu yaşanır mı böyle gam gasavetle...Bu dram, bu fotoromanla...

İşte bu dram ki 100 yıllık futbol kulüplerini teslim alan, depresyona sokan aynı zamanda...Tüp satarken ya da toplumsal alanlarda boy gösterirken kendine, eşine, dostuna aman açık vermeyelim en pahalısını biz alalım, öbürlerinden geri kalmayalım kalıyorsakta belli etmeyelim stresini koca bir takıma uyarlarsan dramın trajediye evrilmesi hatta terorize olmasıda kaçınılmaz oluyor...
İşte başa dönelim şimdi ve diyelim ki tevazu sahibi insan bilgelik sahibidir, yolunu bilir, izini bilir kendini bilir. Ne ki siyah böyledir ne de beyaz ama arkadaş hiç bilmiyorsanız tarihi, bakın şu amblemdeki yazı karakterine anlayın tevazu neymiş...Üstünü her ne kadar yırtıcı kuşla pisletsenizde...

24 Kasım 2009 Salı

Positioning

Aslında manası çok derin...

Oyunda manası var, sahada var ama bizim ki yönetim konusu...

Geçen bir maç seyrettim Gaziantep-Bursa ve bir konu ilgimi çekti...
Murat Ceylan geleceğin umut vaat eden gençlerinden, ününü orta saha meziyetleri sayesinde elde etmiş bir genç ama bu maçta sağ bek oynuyordu.
Ee ne olmuş demeyin...Problem bu...
Milli takım seviyesinde koşan-didinen aynı zamanda paslaşabilen adam kıtlığı çekip, tam tersi tarihimizin en iyi sağ beklerine sahip olduğumuz bir dönemde Murat Ceylan'ı sağ bekte görmek beni panikletti, daha çocuk parlamadan, tıraş bir süper lig takımının sağ bek eksikliğini doldurması bekleniyor...Ne gereği var...
Varsayalım iyi performans gösterdi sağ bekte oynamaya devam mı edecek peki ülke futbolunun geleceği ne olacak?
İşte bu sorunun ışığında futbolumuzun temel eksikliklerinin yanında bir altyapı konseptinin olmadığı göze çarpıyor yani bir erk çıkıp bu arkadaş gelecekte orta saha adamı olmaya uygun ve yeterince sağ bekimiz var onun için sayın Gaziantep yönetimi bu adamı ya orta saha elemanı yapın yada bırakın gitsin...Diyebilmeli...Ve gençleri koruma gibi bir yönetmelikle, transfer yapan gençlerin transfer oldukları takımda yılda en aşağı 15 maça çıkma garantisi sağlanabilmeli...
Yine mesela defanstan oyun kuracak stopere ihtiyacımız var deyip Mehmet Topal oraya devşirilmeye çalışılırken, işte bu tarz gereksinimleri çıkarıp gelecekte bu tip boşlukları dolduracak adamlara yatırım yapmak temel altyapı konseptlerimizden birisi olabilir, böyle bir şeyi yapmak için büyük bütçeler falan filan değil daha çok akıl ve güç lazım, buradan bir açıklama yapayım Murat Ceylan'dan bu ülke yararlanamazsa ben o Portekizli hocanın da İbrahim Kızıl'ın da peşini bırakmam...

15 Kasım 2009 Pazar

Kamplaşmanın dayanılmaz hafifliği

Toplum içinde, insanın kendini ifade etme biçimleri var. Bunlara temelinde varolduğunu kanıtlama ve en nihayetinde dikkatleri üzerine çekme içgüdüsü diyebiliriz...
Bir insanı toplumsal bir yaratık yapan onu vareden şeyler bir giysi, bir söz, bir davranış, bir kimlik veya tuttuğu bir takım olabilir...Bu "şey"lerin bütünü insanın varlığını oluştururken bir yandan da o şeylerin oluşturduğu kalıpları ve kılıfları da üzerine geçirmek manasına gelir...

Daha açık yazayım...Demek istediğim biz kendimizi tanımlayan bir alan yaratmaya çalıştıkça başkalarının alanlarıyla kesişmek ve giderek kapsanmak...Kalıplara kılıflara girmek, girmesek de bu önyargılara maruz kalmak...

Yani taraftarsan yada Fenerliysen söylemen gereken bir şeyler vardır... Sen varolabilmek için kendine taraftarlığı seçmiş olabilirsin, ama taraftarlığın nasıl olması gerektiğine karar verebilmek gibi bir kaygın yoktur, onun sınırları çizilmiştir onun içinde kaldığın sürece sorun yoktur.
Ve gün gelir birileri seni dinlemek zorunda kaldığında sen bu kalıbın temsilcisi olarak onların karşısındasındır ve onlar için senin fikirlerinden çok kılıfın önemlidir, işte kamplaşma burada başlar...
Mesela ben buradan cimbomla ilgili ne söylesem, ne anlatsam dinlenir işte fenerlinin biri zırvalıyor denir geçilir kimse merak dahi etmez, peki nolacak benim fikrilerim...Futbol üzerine taraftarlık üzerine fikirlerim varsa cimbomlular beni dinlemeyecek mi?
Peki bir Türk'ün, Kürtçe şarkı dinlemesi mümkün müdür? Yada tatil için Antalya'ya değil de Hakkari'ye gitmek istemesi, ulusalcı birinin bir kürtü savunması yada müslümanlarla fikir tartışması yada kürtün veya müslümanın Atatürk'ü sevmesi...
Bu saydıklarım ülke kampçılığının medarı iftiharı olmuş gösterenler, öyleysen zaten böylesin kalıpları, her şeyi kendine maletme, yontma ya fenerlisin ya değil, ya liboş, sorosçu, fetocusundur ya ulusalcı, faşist...
Kimsenin fikirleri tartışmak gibi bir derdi yok, iki tür kamp kurmuşlar ya ondan olmanı ya bundan olmanı bekliyorlar ve sen ne dersen de sonuçta o kampın söyledikleri senin söylediklerin.

Şimdi aslında bu yazının giriş kısmıydı sonuç kısmı kamplaşmanın bizi getirdiği durum...

İki el düşünün sıkı sıkıya kenetlenmiş, biri bir tarafa çekiyor biri bir tarafa ve bir kafkas tebeşir dairesinin içindeyiz herkes öbür eli çemberin dışına taşırıp parsayı götürmeye çalışıyor ama olan o ellere oluyor, sonuç ne olursa olsun zedelenen, yaralanan hatta parçalanan ellere.

Ülkemizde Kürtler ve Türkler arasında durum 50 yıla yakındır bu kenetlenme halinde kimse öbürüne yanaşmaya niyetlenmiyor sadece Kürt-Türk de değil, Müslüman-Laik, Fener-Cimbom diye gider bu hikaye ama en canlısı Kürt kenetlenmesi... İki tarafı da kışkırtıp daha kuvvetli çekmesini öğütleyenler bu gerilimden istifade edenler ve bu gerilimin canlara mal olması onların problemleri değil...

Ve bu kabulden yola çıkarsak Fener-Cimbom gerginliğinin gazcılarını bulmak buna izin vermemek bizim boynumuzun borcu değil midir? Şimdi 50 yıllık bir gerginliğin, kaşımanın nasıl canlara mal olduğunu gören bir birey bu gerginlikten elde ettiği tecrübeyi diğerlerinin tedavisi için niye kullanmaz...Ortada kıçı kırık bir rekabetten başka paylaşılamayan bir şey yokken bu nefreti kim körükler ve nasıl bir sonuç olursa bu işten vazgeçer...Bin yıllık bir oyunu, bir geleneği nice efsanelere yuva olmuş bu meydanı sizin kıtıpiyoz gerginliğinize bırakmak insanlara futbolun, rekabetin bu olduğuna inandırmaya çalışmak ahlaksızlık değil midir?

Şunu açıkça belirteyim Kürtlerle ve niceleriyle aramıza giren, toplumu perişanlığa götüren, en kötüsü uygarlık fakiri yapmayı başaran akıl küpleri-gerginlik zenginlerini, onlar futbolumuzu silahların gölgesinde bir oyun haline getirmeyi başarmadan önce durdurmak ve onların oyunlarına taş koymak benim en büyük görevimdir...Bu yolla baş koymuşum...

Yaşasın futbol.. Yaşasın halkların kardeşliği...

21 Ekim 2009 Çarşamba

Manyetik sonuçsuzluk

Aslında Yılmazları severim hem mecazıyla hem ismiyle ama bu sefer ki olmuyor, oldurmuyor ...
Memleket havasında Lost adası gibi bir manyetizma var çıkmak istiyoruz olmuyor bir türlü, bir sürü karakter giriyor çıkıyor, bölümler ilerliyor ne bir sonuç elde ediyoruz ne de sıyrılabiliyoruz bu lanetli tarihten...
İşte bu yazının konusu da aslında bu manyetik sonuçsuzluk, bunu yaratan karakterlerden biri olarak Yılmaz Özdil değil...

Memleketimizin 100 yıla yaklaşan tarihinde bir çok olaylar oldu, hükümetler geldi geçti alınan kararlar oldu ama işte konuya bu soruyla başlayalım peki aslında ne oldu? yani temel problemlerin çözümüne dair...Mesela ben ilk aklıma gelen bir iki tanesini sıralayayım eğitim, adalet, üretim, sağlık, Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu ve en nihayet Kürt sorunu...
Heralde Atatürk'ün memlekete ilk kapsamlı ziyaretinde görüp de çözümlenmesini emrettikleri de az çok bunlardı.
İlerleme diye yutturulan tüketim pompasından başka ne kazanmıştır bu ülke 100 yılda, hangi alanda nasıl bir uygarlık tohumu atmıştır...Sezarın hakkı Sezara, Atatürk'ün 10 yılda attığı uygarlık adımı ve memleket üzerine planladığı medeniyet projesinden bugüne bir tane daha devlet adamı da çıkıp yukardaki problemlerin birine çözüm, bırakın çözümü çözüm plani üretebilmiş mi ve kendi evlatlarını katletmekteki başarılarını bu problemlerin çözümünde tekrarlaya bilmişler mi?
İşte sonuçsuzluk bu...Bir gram ilerleyemek...İlerleme internetin memlekete gelmesi değil onu manita götürmek dışında kullanabilecek halk yetiştirebilmek ve kendisiyle ve halkıyla, komşusuyla barışık, yözdillerin sivrilttiği milli egosunu halkının yararına köreltebilecek fertler yetiştirebilmek...
O zaman tekrar sorulara dönelim, ortada bir Kürt sorunu var mı? Bu sorun dağda silahlı adamların olması değil mi? Peki bu adamlar nasıl iner? Savaş bitince değil mi? Peki bu savaş nasıl biter? Bir taraf kaybedince veya taraflar anlaşıp husumeti giderirse değil mi?
Şimdi çözüm isteyen bir insanın karşısında bu iki seçenek ve devrim seçeneğinden başka ne var? peki barış isteyen, barışdan yana olan birinin karşısında kaç seçenek var? cevap veriyorum tek bir seçenek...

Bir apartmanda yaşarken teybin sesi çok açıksa ve komşun bu durumdan rahatsızsa ya sesini kısarsın yada kapatırsın rahatsız olacak ne var canım ilahi çalıyor yada istiklal marşı çalıyor demezsin yada kalkıp bir birini öldürmeye çalışmazsın, o belki tepkisini sert vermiştir belki sen saygısızsındır ama önemli olan bu apartmanda beraber yaşadığındır ve yıkılırsa beraber öleceğindir.
İşte o bina yıkılıp, molozlarını denize doldurup üstüne villa yapacak olan çözümsüzlüğü isteyendir, İki komşuyu birbirine kırdırıp, yıkımı hızlandırmaya çalışan da villayı yapacak olan mütahittir, İşte Yılmaz Özdil, dizinin bu bölümünde mütahit rolünü oynayandır.

Varsayalım açılım oldu, çözüm oldu, dağdakiler indi, şehirdeki köyüne döndü, bu kimin işine yarar mesela Tüsiad'a yarar mı? Peki ordumuza ya da dağdakinin komutanına? Peki Güneydoğudaki ağalara? Bunların hiçbirine yaramaz. Tüsiad ucuz iş gücünü kaçırmak istemez, ordu körelmemek, dağdaki rütbe kaybetmemek, ağa ortak çıkmasın ister. Peki kime yarar...İstanbul'da sürünen tinerci, kapkaççı olana, askere gidip gençliğine doyamayana, mesleksizliğe işsizliğe talim etmek zorunda kalana...Ve bana, kardeşime, sevdiğime...

İşte anlatmaya çalıştığım budur, kimse bizim yararımıza bir şey yapmadı ve yapacak gibi de görünmüyor ama Yözdiller ve nicelerine inat, Yılmazlar var bizim tarafımızda olan ve alçak mütahitlerden o tokatın hesabını soracak olan...

23 Eylül 2009 Çarşamba

Kasaba'dan sonra ki Mayıs Sıkıntısı


Evet yıllar geçti biz yaşlandık herkes bir kulvara savruldu kimi battı, kimi yüzdü, geride yaptıklarımız kaldı yadigar ve evet "memleketim" hoş oldu geriye kalanlar arasında...
Değil mi bizi, bizim gibileri elinde yüreğinde yetiştiren bu memleket, bu topraklar...Ama gözünü kırpmadan bizim gibi nice filizleri de kıran, yeşermesine izin vermeyen...İşte sanatta tam bunun için değil mi, filiz kıran fırtınalarını, esip gürleyen hayaletleri resmeden... Can Yücel'in dediği gibi sanat bir devrimse, devrim bir maratonsa bizim için koşulan ilk yüz metre "memleketim" oldu...
Ama maratonu koşmak nefes ister, ciğer ister, yürek ister, sen ki bizden, hepimizden iyi bilirsin maratonu, her yüz metreden sonra buraya kadar her şey yolunda demek değil mesele finişi görebilmek...
Serkan kardeşim biz sana güvendik...Ben soramazsam, biz soramazsak sen sor diye o tokatın hesabını...Nefesini sıkı tut, yardım istersen bizden her türlüsü ama nolur bitir bu maratonu kurtululalım bu lanetli tarihten...