17 Mayıs 2010 Pazartesi

2010

O değil de bu bursa taraftarı bursaya gelen diyarbakırlıları taşladılar ve hiç ceza almadılar, diyarbakırlılar cezayı diyarbakırda kesmeye kalkınca maç yarım kaldı bursa hükmen kazandı yani bursa diyarbakırlılara kahrolsun pkk dediği için beleş 3 puan aldı... Ha şu var en azından dün gece diyarbakırlılar üzülmüşlerdir, gene onları sevmeyenler kazandı diye... 

Bir de kendi takım sevgisini başkasının üzüntüsü üzerinden tanımlamak garip değil mi? Yani Fener şampiyon olamadı diye sevinmeniz normalde o formaları giyip  dolaşmanız niye? koca bir sene giyemediğiniz formaları Fener, Trabzonla berabere kalıp Bursa şampiyon olunca giymek nasıl bir komplesktir...Emin olun bu takım gene şampiyonluklar görecek bu günler unutulacak ama koca ve karma bir güruhun milletin üzüntüleriyle dalga geçmesi unutulmayacak, işte bölücülük budur...

22 Mart 2010 Pazartesi

Ekolay 2

Bence tribünlerin, tezahürat(destek) konusunda bilimselliğe ihtiyacı var...Ve bir de ekole...

Nasıl ki futbol takımlarına sallıyoruz yeri geldiğinde, ekolsüz diye işte biz de taraftar olarak kendimize özgü bir tribün ekolü aramalıyız bence...
Bir kere şunu konu dışı bırakalım, desteğin temelinde maçı kazanmayı istemek ve taraftarın o maçı değiştirebileceğine olan inancı vardır...Bunlar yoksa zaten konuşacak bir şey de yok ama ya varsa işte o zaman bari akıllıca yapalım kaygısı taşıyorum, işte ekol de budur, bir şeyi akıl yoluyla yapabilmek.

Bir de bu probleme başlarken işin eğlence tarafı önemli, yani aslında niye o tribünlere gidiyoruz? Mesela salt eğlence, kendini eğlendirmek için mi veya iyi vakit geçirmek için mi, yoksa hem eğlenip hem takımına destek vermek için mi? Ben burada üçüncü gruba girenlerdenim ve tribünde ekol konusu da o grubu ilgilendiriyor yoksa insanlara nasıl eğleneceğini öğretmek haddimiz değil.

Bir kere bilimsellik için deney lazım...Hangi dakikada nasıl bir ses çıkıyor da bundan nasıl bir etki yaratılıyor. Islıklamak rakip futbolcu üzerinde etkili mi? veya ne bileyim belirli bir anda yükselen ses ya da tribünlerin bir anda coşması veya hakemin üzerine uğultuyla gitmek?...

Burada mesele takımı desteklemekse bu veya bunlar gibi sorulara verilecek cevaplar üzerine bir tribün ekolü önermeye çalışalım...Tabi ki en sevdiğimiz takım Fener tribünleri için...

Soruyorum size Fener tribünü deyince aklınıza ne geliyor? Mesela ben söyliyeyim; gürültücü bir taraftar, "samanyolu" ha bir de marşımız "viva la espana" peki koreografi-bayraklar v.s...Evet, son zamanlar da biraz da onlar...Bunlar dışında...Kocaman bir soru işareti...

Cevap aradığımız soruları özetleyelim:
1 Maça etki etmek için nasıl bir yol benimsenmeli
2 Fener tribünü denilince akla gelecek alamet-i farikalar neler olmalı.

Bir kere bence korkulan bir yer olmalı stadımız, ama böyle canhavli tarzı bir korkudan çok gerginlik, başaramama stresi yaratmalı rakip üzerinde, hakemlerin hata yapmaktan çekindiği ama aynı zamanda takım sevgisi konusunda dışardan bakan herkesi gıpta ettirecek bir tribün...Ve bayraklarıyla, koreolarıyla tabi ki şarkılarıyla maçları çeviren...

Şimdi bir iki örnek vericeğim...

Mesela efsane 0-3 den 4-3 lük antep maçında, herşeyden önce tezahüratlara toplu bir katılım var yani bütün stad beraber bağırıyor ve gök gürlemesi gibi bir yükleniş var ki rakibin eli ayağı kesiliyor...Yani bütün stadın katılımı etkili oluyor...Veya Parma maçı var ki meşalelerden çok o toplu gürleme hali tüyleri tikenletir...Yani görsellik ve gürültü önemli, ya da daha yakın, psv maçında ıslıklardan adamlar pas yapamamıştır...Islık da etkili... veya 4-4 lük cimbom maçında takım ne zaman desteklense gol atmış cimboma ne zaman küfür etsek gol yemiştik...Rakipe küfürden çok takımını destek daha etkili...

Bunlar gibi nice örnek sayabiliriz ama lafı uzatmadan sonuçlara geçelim...

Bütün staddan verim almak için ne yapmalı?

Mesela ben tribünde beste kirliğinin son bulmasından yanayım, karışık karmaşık besteleri öğrenmesi bile bir maç bitirecek vakit alıyor, maç seyrederken de söylenebilecek, mırıldanabilecek, çok bağırıldığında rakibe korku salacak kısık bağırıldığında keyif verecek yani takımın temposunu ayarlayabilecek, az ve öz bestenin devamlı söylenmesinden yanayım, besteler sezonluk belirlenmeli mesela sıkışık zamanlarda şu beste, keyifli zamanlarda şu, maçın başında bu gibi ayrımlar yapıp çok değil 4-5 beste bütün sezon boyunca söylenmeli ki kırk yılda bir maça gelen bile bilsin ve bütün stadla beraber söylesin mesela münferit gelen taraftara sorun en çok dört tribünün sırayla sarı-lacivert-şampiyon-fener diye bağırmasını sevecektir niye çünkü kolay ve yorucu değil aynı zamanda sıra kendine gelene kadar maç izletebilen türden ve tam katılımla etkileyici olmakta. Bir de gerçek anlamıyla şarkı..."Samanyolu" diyorum ama tribünle söylenmiyor çünkü söylemesi zor evet ben de çok seviyorum ama başka şarkılar aranmalı, maç sonu veya öndeyken Liverpool gibi söylenmeli ki basit bir beste olursa tribünün tamamı da katılabilir.

Rakibe baskı kurmak için ne yapılabilir?

"Islık" özellikle yabancı takımlara karşı etkili oluyor...Avrupa maçlarında top rakipteyken kulakları sağır eden bir ıslık, bizdeyken de mırıl mırıl bir şarkı bence çok etkili olur, takım bastırırken teşvik etmek için o şarkı yükseltilip uğultu yaratılabilir.

Yani bir Barcelona taraftarı gibi sus pus veya bir bjk taraftarı gibi yaygaracı olmayan, tribünlerde yaratıcılığı ve görselliği koreografilerle sağlayıp, takımı saldırıya kaldırmak için bir bestesi, defans için bir bestesi her duruma karşı özel bir bestesi olan ve o söylendiğinde herkesin durumu hemen anladığı, kolay ve maç izlemeye elverişli olan besteler...Yani maça hakimiyet ve eğlence...

Bunlar benim önerilerim, bu ekol konusu çok geniş ve uzun uzun tartışılmalı ama kiminle tartışılacak galiba esas problem bu...

13 Şubat 2010 Cumartesi

Futbol stilleri üzerine 1

Tetris gibi futbol oynamak...




Futbol oyunu, genişçe bir saha üzerinde 11er kişiyle oynanan bir oyun olduğuna göre sahanın yapısıda oyunun oynanmasında etken bir parametredir ve onu iyi kullanabilmek başarının anahtarı olabilir.
Kaleli ve sahalı oyunların tamamı için amaç kaleye mümkün olan en yakın pozisyonda topla buluşmak ve gol atmayı kolaylaştırmak yani bir takım uzaktan atacağı şutlar üzerine plan kurmaz, şut atmak ister ama bunu en rahat gole çevirecek pozisyonda yapmak ister...Yani bir takım için problem kaleye doğru ilerleyebilmektir.

Peki bu nasıl yapılacak...Paslaşarak tabi ki...

İşte bu paslaşmaların temeli boşluklara ve ileriye doğru haraket eden arkadaşına topu ulaştırmak, bu amaç sırasında Tetriste uzun çubuğu beklemekle vakit kaybetmeden pıtır pıtır yerleştirerek oynamak bir oyun tarzıdır.

Dünyada bu tarz futbolun en iyi uygulayıcısı Brezilyalılardır, yani hep lansedildiği gibi adam eksiltmek yani çalım atmak üzerine değil daha çok küçük hareketlerle yer değiştirip ve boşlukları doldurup ilerlemeye çalışırlar. Boşluklara hareket etmek bu oyunun temelidir yani bir beksen yada defans oyuncusuysan bile önünde boşluk varsa orayı doldurup pas istersin pası alıncada senden daha ilerde ve yine boşta olan bir arkadaşına ulaştırmaya çalışırsın ta ki kaleye en yakın olan şutu atana kadar... Ama Brezilyalılar bu tarzı benimserken hiç aceleci değillerdir, her zaman öngörüleri ve oyun zekaları üst üzeydedir ki en küçük takımdaki en kötü oyuncu bile paslaşmayı yani doğru zamanda doğru şiddet ve doğru açıyla topu arkadaşına atmayı iyi bilir ve top kendine gelmeden önce bunun hesabını yapabilir ama ağır çekimde...İşte bu tarz oyunda hızlanmayı başarabilirsen Barcelona09 olursun tabi ki Messi v.s ama o takımın oyun merkezini Xavi ve İniesta oluşturuyor ki yaptıkları en iyi iş sırtı dönük defanstan aldıkları topu direk önlerine alabilip boştaki arkadaşlarına ulaştırabilmeleridir yani hızı onlar verirken yer değiştirmeyi diğerleri yapmıştır zaten. Biz de ise Brezilyalılığından mütvellit Kanarya bu oyunu ağır çekimle olsa da oynamaya çalışır ve o ağır çekim haliyle bile çeyrek final yapmayı başarmıştır.

Bir kere konuyla ilgili kesin fikrim oyun sahasında kullanabilecek en iyi ve etken tarz budur çünkü bol hareket gerektirmesine rağmen bu hareketler küçük küçük olduğundan yorucu yıpratıcı bir durum oluşturmaz, paslaşma bolluğuda takım içi dayanışmayı ve demokrasiyi artırır ve en önemlisi iyi yapıldığında seyredene büyük haz verir, beceremeyen ayılarada bok atmak düşer ki aman taviz vermeyin.

12 Ocak 2010 Salı

Bence en iyi on yerli film.

Flying Dutchman blogundan esintiyle kendi en iyi on yerli filmimi seçtim...Seçim kriterlerimi ve gerekçelerimi kısaca yazmaya çalıştım, aslında her bir film için bir kitap yazılır ama bu kadarıyla idare edin şimdilik.


1 Umut: Anadolu toplumunu yansıtma biçimi, gerçekçiliği, üst düzey kadrosu ve oyunculuğu, döneminde yarattığı etki ve günümüze kadar bunu taşıyabilecek gücüyle müthiş içten ve evrensel olmayı başarabilmiş bir şaheser.

2 Yol: Başlı başına epik bir Türkiye portresi, zor koşullarda çekilmesi ve bitirilebilmesi hatta filmin asıl sahibinin film çekilirken hapiste olmasıyla bile dünya sinema tarihine girmiş bir film...

3 Uzak: Anlatım dilinin yetkinliğinin yanında batı felsefesiyle örülmüş doğulu hatta İstanbullu bir film...Söylediklerinin ağırlığı bile yeter...

4 Gelin-Düğün-Diyet: Anadolu tarzı hikayeciliği ile bize özgü köy-kent çelişkisini başarılı bir şekilde yansıtan Hülya Koçyiğit'ten bile performans almayı başaran üçleme...

5 Sevmek Zamanı: Kentli, farklı, felsefik hatta gerçeküstücü ayrıksı bir başyapıt, benzeri yok.

6 Masumiyet: Sanatsal olanla popüler olan arasındaki çizgiyi dramatizasyonunun gücüyle dengelemiş ülkenin bir dönemine damga vurmuş ekstra bir film...

7 Kibar Feyzo: Toplumsal gerçekçi denebilecek kadar güçlü hem de komik...

8 Hudutların Kanunu: İki büyük üstadın buluşması ve bir başyapıt.

9 Selvi Boylum Al Yazmalım: Esas gücünü aldığı romana sadakati ve uyumu, anlatım tarzının farklılığı ile doğulu bir aşkın, sevgi ve emekle mücadelesi.

10 Neşeli Günler: Halkın dilini kodlarını çözmüş bunu bir filmde harmanlamış, oyunculukları ve karakterlerin yapısı itibariyle doğulu hatta gelenekçi tam anlamıyla Türk filmi...Hatta Türk filminin tanımı...

19 Aralık 2009 Cumartesi

19122009

19 Aralık 2000'di hayata döndük, dönüş o dönüş...
Yazık bu memeketin evlatlarına, yazık bizlere...Haketmiyoruz böylesini...

Ölmek değil yaşamak istiyoruz ama güzel bir memlekette, adil bir memlekette, suyumuzla ekmeğimizle, peynirimizle soğanımızla...Bir isteğimiz budur...
Gün olur hayata döneriz, gün gelir bahar olur ama inşallah bu kıyımlar son olur...

5 Aralık 2009 Cumartesi

3.büyük

Ayının 32 türküsü varmış armut ile erik üstüne bizim ki de o hesap...
Yokmuş gibi hiç bir sorunumuz tutmuşuz bir barış-kardeşlik yolu hesabımızı yapmışız uygarlık için, kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz...Ama makamı değiştirmek lazım bazı bazı...

Bir soru sorayım o zaman, şöyle bir çevrenize bakının hiç başarısız adam görecek misiniz? ya da her şeyi bilmeyenini...Toplumun başarızlığa tahammülü yok, evlilik başarılı olmalı, iş hayatı tabi ki, çoluk çocuk ha keza, peki bunun dibi nerede, kimler yenilecek bu orta sınıf tertibatına, peki bu saatten sonra kim sıradanlaşmayı, küçük bi kasabada çiftçi olmayı göze alacak yada şunun savaşını verecek, küçük adamlığın...Bu yolda tevazu olmuş şehit, şeref gazi, erdem para, kriter başarı...

İşte neoliberalızmin yarattığı algı dünyası böyle bir duruma tekabül ediyor, kendini başkası üstünden tanımlama hali... Onda olanın sende de olması, sende olanın mümkünse kimsede olmaması bencilliği...ve bahsedilme, birinci olma, başarılı olma fetişi... Hayata maskelerin arkasından bakma ve açık vermeme stresi...

Yahu yaşanır mı böyle gam gasavetle...Bu dram, bu fotoromanla...

İşte bu dram ki 100 yıllık futbol kulüplerini teslim alan, depresyona sokan aynı zamanda...Tüp satarken ya da toplumsal alanlarda boy gösterirken kendine, eşine, dostuna aman açık vermeyelim en pahalısını biz alalım, öbürlerinden geri kalmayalım kalıyorsakta belli etmeyelim stresini koca bir takıma uyarlarsan dramın trajediye evrilmesi hatta terorize olmasıda kaçınılmaz oluyor...
İşte başa dönelim şimdi ve diyelim ki tevazu sahibi insan bilgelik sahibidir, yolunu bilir, izini bilir kendini bilir. Ne ki siyah böyledir ne de beyaz ama arkadaş hiç bilmiyorsanız tarihi, bakın şu amblemdeki yazı karakterine anlayın tevazu neymiş...Üstünü her ne kadar yırtıcı kuşla pisletsenizde...

24 Kasım 2009 Salı

Positioning

Aslında manası çok derin...

Oyunda manası var, sahada var ama bizim ki yönetim konusu...

Geçen bir maç seyrettim Gaziantep-Bursa ve bir konu ilgimi çekti...
Murat Ceylan geleceğin umut vaat eden gençlerinden, ününü orta saha meziyetleri sayesinde elde etmiş bir genç ama bu maçta sağ bek oynuyordu.
Ee ne olmuş demeyin...Problem bu...
Milli takım seviyesinde koşan-didinen aynı zamanda paslaşabilen adam kıtlığı çekip, tam tersi tarihimizin en iyi sağ beklerine sahip olduğumuz bir dönemde Murat Ceylan'ı sağ bekte görmek beni panikletti, daha çocuk parlamadan, tıraş bir süper lig takımının sağ bek eksikliğini doldurması bekleniyor...Ne gereği var...
Varsayalım iyi performans gösterdi sağ bekte oynamaya devam mı edecek peki ülke futbolunun geleceği ne olacak?
İşte bu sorunun ışığında futbolumuzun temel eksikliklerinin yanında bir altyapı konseptinin olmadığı göze çarpıyor yani bir erk çıkıp bu arkadaş gelecekte orta saha adamı olmaya uygun ve yeterince sağ bekimiz var onun için sayın Gaziantep yönetimi bu adamı ya orta saha elemanı yapın yada bırakın gitsin...Diyebilmeli...Ve gençleri koruma gibi bir yönetmelikle, transfer yapan gençlerin transfer oldukları takımda yılda en aşağı 15 maça çıkma garantisi sağlanabilmeli...
Yine mesela defanstan oyun kuracak stopere ihtiyacımız var deyip Mehmet Topal oraya devşirilmeye çalışılırken, işte bu tarz gereksinimleri çıkarıp gelecekte bu tip boşlukları dolduracak adamlara yatırım yapmak temel altyapı konseptlerimizden birisi olabilir, böyle bir şeyi yapmak için büyük bütçeler falan filan değil daha çok akıl ve güç lazım, buradan bir açıklama yapayım Murat Ceylan'dan bu ülke yararlanamazsa ben o Portekizli hocanın da İbrahim Kızıl'ın da peşini bırakmam...

15 Kasım 2009 Pazar

Kamplaşmanın dayanılmaz hafifliği

Toplum içinde, insanın kendini ifade etme biçimleri var. Bunlara temelinde varolduğunu kanıtlama ve en nihayetinde dikkatleri üzerine çekme içgüdüsü diyebiliriz...
Bir insanı toplumsal bir yaratık yapan onu vareden şeyler bir giysi, bir söz, bir davranış, bir kimlik veya tuttuğu bir takım olabilir...Bu "şey"lerin bütünü insanın varlığını oluştururken bir yandan da o şeylerin oluşturduğu kalıpları ve kılıfları da üzerine geçirmek manasına gelir...

Daha açık yazayım...Demek istediğim biz kendimizi tanımlayan bir alan yaratmaya çalıştıkça başkalarının alanlarıyla kesişmek ve giderek kapsanmak...Kalıplara kılıflara girmek, girmesek de bu önyargılara maruz kalmak...

Yani taraftarsan yada Fenerliysen söylemen gereken bir şeyler vardır... Sen varolabilmek için kendine taraftarlığı seçmiş olabilirsin, ama taraftarlığın nasıl olması gerektiğine karar verebilmek gibi bir kaygın yoktur, onun sınırları çizilmiştir onun içinde kaldığın sürece sorun yoktur.
Ve gün gelir birileri seni dinlemek zorunda kaldığında sen bu kalıbın temsilcisi olarak onların karşısındasındır ve onlar için senin fikirlerinden çok kılıfın önemlidir, işte kamplaşma burada başlar...
Mesela ben buradan cimbomla ilgili ne söylesem, ne anlatsam dinlenir işte fenerlinin biri zırvalıyor denir geçilir kimse merak dahi etmez, peki nolacak benim fikrilerim...Futbol üzerine taraftarlık üzerine fikirlerim varsa cimbomlular beni dinlemeyecek mi?
Peki bir Türk'ün, Kürtçe şarkı dinlemesi mümkün müdür? Yada tatil için Antalya'ya değil de Hakkari'ye gitmek istemesi, ulusalcı birinin bir kürtü savunması yada müslümanlarla fikir tartışması yada kürtün veya müslümanın Atatürk'ü sevmesi...
Bu saydıklarım ülke kampçılığının medarı iftiharı olmuş gösterenler, öyleysen zaten böylesin kalıpları, her şeyi kendine maletme, yontma ya fenerlisin ya değil, ya liboş, sorosçu, fetocusundur ya ulusalcı, faşist...
Kimsenin fikirleri tartışmak gibi bir derdi yok, iki tür kamp kurmuşlar ya ondan olmanı ya bundan olmanı bekliyorlar ve sen ne dersen de sonuçta o kampın söyledikleri senin söylediklerin.

Şimdi aslında bu yazının giriş kısmıydı sonuç kısmı kamplaşmanın bizi getirdiği durum...

İki el düşünün sıkı sıkıya kenetlenmiş, biri bir tarafa çekiyor biri bir tarafa ve bir kafkas tebeşir dairesinin içindeyiz herkes öbür eli çemberin dışına taşırıp parsayı götürmeye çalışıyor ama olan o ellere oluyor, sonuç ne olursa olsun zedelenen, yaralanan hatta parçalanan ellere.

Ülkemizde Kürtler ve Türkler arasında durum 50 yıla yakındır bu kenetlenme halinde kimse öbürüne yanaşmaya niyetlenmiyor sadece Kürt-Türk de değil, Müslüman-Laik, Fener-Cimbom diye gider bu hikaye ama en canlısı Kürt kenetlenmesi... İki tarafı da kışkırtıp daha kuvvetli çekmesini öğütleyenler bu gerilimden istifade edenler ve bu gerilimin canlara mal olması onların problemleri değil...

Ve bu kabulden yola çıkarsak Fener-Cimbom gerginliğinin gazcılarını bulmak buna izin vermemek bizim boynumuzun borcu değil midir? Şimdi 50 yıllık bir gerginliğin, kaşımanın nasıl canlara mal olduğunu gören bir birey bu gerginlikten elde ettiği tecrübeyi diğerlerinin tedavisi için niye kullanmaz...Ortada kıçı kırık bir rekabetten başka paylaşılamayan bir şey yokken bu nefreti kim körükler ve nasıl bir sonuç olursa bu işten vazgeçer...Bin yıllık bir oyunu, bir geleneği nice efsanelere yuva olmuş bu meydanı sizin kıtıpiyoz gerginliğinize bırakmak insanlara futbolun, rekabetin bu olduğuna inandırmaya çalışmak ahlaksızlık değil midir?

Şunu açıkça belirteyim Kürtlerle ve niceleriyle aramıza giren, toplumu perişanlığa götüren, en kötüsü uygarlık fakiri yapmayı başaran akıl küpleri-gerginlik zenginlerini, onlar futbolumuzu silahların gölgesinde bir oyun haline getirmeyi başarmadan önce durdurmak ve onların oyunlarına taş koymak benim en büyük görevimdir...Bu yolla baş koymuşum...

Yaşasın futbol.. Yaşasın halkların kardeşliği...

21 Ekim 2009 Çarşamba

Manyetik sonuçsuzluk

Aslında Yılmazları severim hem mecazıyla hem ismiyle ama bu sefer ki olmuyor, oldurmuyor ...
Memleket havasında Lost adası gibi bir manyetizma var çıkmak istiyoruz olmuyor bir türlü, bir sürü karakter giriyor çıkıyor, bölümler ilerliyor ne bir sonuç elde ediyoruz ne de sıyrılabiliyoruz bu lanetli tarihten...
İşte bu yazının konusu da aslında bu manyetik sonuçsuzluk, bunu yaratan karakterlerden biri olarak Yılmaz Özdil değil...

Memleketimizin 100 yıla yaklaşan tarihinde bir çok olaylar oldu, hükümetler geldi geçti alınan kararlar oldu ama işte konuya bu soruyla başlayalım peki aslında ne oldu? yani temel problemlerin çözümüne dair...Mesela ben ilk aklıma gelen bir iki tanesini sıralayayım eğitim, adalet, üretim, sağlık, Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu ve en nihayet Kürt sorunu...
Heralde Atatürk'ün memlekete ilk kapsamlı ziyaretinde görüp de çözümlenmesini emrettikleri de az çok bunlardı.
İlerleme diye yutturulan tüketim pompasından başka ne kazanmıştır bu ülke 100 yılda, hangi alanda nasıl bir uygarlık tohumu atmıştır...Sezarın hakkı Sezara, Atatürk'ün 10 yılda attığı uygarlık adımı ve memleket üzerine planladığı medeniyet projesinden bugüne bir tane daha devlet adamı da çıkıp yukardaki problemlerin birine çözüm, bırakın çözümü çözüm plani üretebilmiş mi ve kendi evlatlarını katletmekteki başarılarını bu problemlerin çözümünde tekrarlaya bilmişler mi?
İşte sonuçsuzluk bu...Bir gram ilerleyemek...İlerleme internetin memlekete gelmesi değil onu manita götürmek dışında kullanabilecek halk yetiştirebilmek ve kendisiyle ve halkıyla, komşusuyla barışık, yözdillerin sivrilttiği milli egosunu halkının yararına köreltebilecek fertler yetiştirebilmek...
O zaman tekrar sorulara dönelim, ortada bir Kürt sorunu var mı? Bu sorun dağda silahlı adamların olması değil mi? Peki bu adamlar nasıl iner? Savaş bitince değil mi? Peki bu savaş nasıl biter? Bir taraf kaybedince veya taraflar anlaşıp husumeti giderirse değil mi?
Şimdi çözüm isteyen bir insanın karşısında bu iki seçenek ve devrim seçeneğinden başka ne var? peki barış isteyen, barışdan yana olan birinin karşısında kaç seçenek var? cevap veriyorum tek bir seçenek...

Bir apartmanda yaşarken teybin sesi çok açıksa ve komşun bu durumdan rahatsızsa ya sesini kısarsın yada kapatırsın rahatsız olacak ne var canım ilahi çalıyor yada istiklal marşı çalıyor demezsin yada kalkıp bir birini öldürmeye çalışmazsın, o belki tepkisini sert vermiştir belki sen saygısızsındır ama önemli olan bu apartmanda beraber yaşadığındır ve yıkılırsa beraber öleceğindir.
İşte o bina yıkılıp, molozlarını denize doldurup üstüne villa yapacak olan çözümsüzlüğü isteyendir, İki komşuyu birbirine kırdırıp, yıkımı hızlandırmaya çalışan da villayı yapacak olan mütahittir, İşte Yılmaz Özdil, dizinin bu bölümünde mütahit rolünü oynayandır.

Varsayalım açılım oldu, çözüm oldu, dağdakiler indi, şehirdeki köyüne döndü, bu kimin işine yarar mesela Tüsiad'a yarar mı? Peki ordumuza ya da dağdakinin komutanına? Peki Güneydoğudaki ağalara? Bunların hiçbirine yaramaz. Tüsiad ucuz iş gücünü kaçırmak istemez, ordu körelmemek, dağdaki rütbe kaybetmemek, ağa ortak çıkmasın ister. Peki kime yarar...İstanbul'da sürünen tinerci, kapkaççı olana, askere gidip gençliğine doyamayana, mesleksizliğe işsizliğe talim etmek zorunda kalana...Ve bana, kardeşime, sevdiğime...

İşte anlatmaya çalıştığım budur, kimse bizim yararımıza bir şey yapmadı ve yapacak gibi de görünmüyor ama Yözdiller ve nicelerine inat, Yılmazlar var bizim tarafımızda olan ve alçak mütahitlerden o tokatın hesabını soracak olan...

23 Eylül 2009 Çarşamba

Kasaba'dan sonra ki Mayıs Sıkıntısı


Evet yıllar geçti biz yaşlandık herkes bir kulvara savruldu kimi battı, kimi yüzdü, geride yaptıklarımız kaldı yadigar ve evet "memleketim" hoş oldu geriye kalanlar arasında...
Değil mi bizi, bizim gibileri elinde yüreğinde yetiştiren bu memleket, bu topraklar...Ama gözünü kırpmadan bizim gibi nice filizleri de kıran, yeşermesine izin vermeyen...İşte sanatta tam bunun için değil mi, filiz kıran fırtınalarını, esip gürleyen hayaletleri resmeden... Can Yücel'in dediği gibi sanat bir devrimse, devrim bir maratonsa bizim için koşulan ilk yüz metre "memleketim" oldu...
Ama maratonu koşmak nefes ister, ciğer ister, yürek ister, sen ki bizden, hepimizden iyi bilirsin maratonu, her yüz metreden sonra buraya kadar her şey yolunda demek değil mesele finişi görebilmek...
Serkan kardeşim biz sana güvendik...Ben soramazsam, biz soramazsak sen sor diye o tokatın hesabını...Nefesini sıkı tut, yardım istersen bizden her türlüsü ama nolur bitir bu maratonu kurtululalım bu lanetli tarihten...

10 Eylül 2009 Perşembe

Muson mevsimi


Bu manzaradan sonra, bu da sistemsizliğe kurban verdiklerimizin mezar taşı olsun ve üzerine yazsınlar anlı şanlı toprağımız bol olsun diye...ve eklesinler arkasına koca bir milli takım ve otoyolda boğulanlar diye...
Futbolumuzun mazgallarıda şehrimiz gibi tıkalı açmak cesaret ister irade ister ama en önemlisi toprağa saygı ister işte o toprak ki Hrant'ın dediği gibi gözümüzün üstünde değil altında olduğu memleketim dediğimiz toprak ve biz ona saygımızı ne zaman ki şehitler yerine üretimle, barışla, kardeşlikle göstereceğiz işte o zaman Anadolu uygarlığının yeni versiyonu başladı diyebileceğiz... aksi bizim mahvımızdır.
Futbolumuzun ekolü derken bunu kastememiştik demedik ki kafanıza göre takılın kervan yolda düzülür, iki gaz verir hepsinin üstesinden geliriz benim üstüne bastığım yumurta topuğum yeter, basınca narayı Kadırgalı Eşref misali kaçışır bütün Avrupa...Maç biter geriye ezeli rekabet martavalları kalır kimi Arda'ya çatar kimi Gökhan'a ama ortada normal anlamıyla oynanmak istenen bir futbol yokken bu çocuklara edilecek her laf suçu hafifletmekten öteye gitmez tıpkı koskoca başkanın dere yatağına ev yapılmasını eleştirmesi gibi.
Sıyrılalım bu lanetli tarihten artık atalım sırtımızdan yumurta küfelerini, kofti babalanmalar ve ezeli rekabet palavralarını ve artık yakalım aydınlanma ateşini Anadolu'nun bağrında ve bir kez daha üfleyelim mumlarımızı şaşkınlıkla futbolumuz ve boşuna ölen nice canlar için...

25 Ağustos 2009 Salı

Postfiction

Tarantino üslubu diye bir şey uydurdular, hala onun ekmeğini yiyorlar eskiden o elbiseye oturan bir Tarantino varken artık bu elbise Tarantino'ya dar geliyor...Çünkü eskiden ucuz romanlar vardı ya şimdi...
Bana kalırsa özellikle bu filmden sonra Tarantino eleştiri klişelerinden biraz uzaklaşmak, yeni ufuklara yelken açmak gerekiyor.
Tarantino'ya postmodern demek de bu klişelerden biri ya da şiddetsever ya da "aayy göndermeler müthişti" demek...evet hala gümbür gümbür bir postmodern ama artık Sullivan tarzı salt biçim üreteminden, Gehryvari yapısal bir üretime geçmiş durumda, daha doğrusu sinemasal bir sanatçıdan, bir sinema ozanı olma yoluna...
Bu film için sanatı-Tarantino sanatını, göndermeler de aramak yerine bütünün kendisindeki sert ironiye odaklanmayı tavsiye ediyorum, o göndermeler ya da karikatürler işin biçim tarafında ama yapıda çok sıkı örülmüş mesafeli bir ironi var.
Bir kere yahudilerin bilinen hiç savaş kahramanı yok, milis örgütlenmeleri yok ne Amerika'daki ne Avrupadaki yahudiler direnişçi olarak bilinmez. Onları nazi düşmanı, kelle avcısı milisler olarak göstermek başlı başına bir ironi hatta belki bir eleştiri.
Ortada yeni bir dünya, yeniden kurgulamış bir tarih var ama bu halinde bile kazananlar aynı, yahudilerin intikamının acılığı hatta acımasızlığının karikatürünün yanında nihayi olarak işi az zararla atlatan Alman albayı ve Amerikan güneylisi ve onların temsil ettiği arkalarından yetişen win-win kuşağı yani her zaman alınlarında faşizm lekesini taşıyacak olanlarla akılsız güneyli şahinler.
Bana kalırsa film ironiler puzzle'nın birleşiminden kendini üreten, açıklaması pek de mümkün olmayan, sonucu seyirciye bırakan yeni bir şey, sürreel ya da postmodern değil dekonstriktivist...
Bu dekonstriktivizm sahne kullanımında özellikle kendini gösteriyor chapterların birbirlerine uyumundan ziyade kendi içindeki tutarlığı filme post-modern bir ekletizmden ziyade non-lineerlik sağlıyor...Parçalar bütünü oluşturmuyor çünkü bütün parçacıklı.
Bütün parçacıklı lafından kastım bütünü oluşturan parçaların klasik bir puzzle parçası gibi uyumlu olmamasına rağmen bir resme tekabül etmesi yani yuvarlak üçgen gibi alakasız parçalardan bir puzzle oluşturmak gibi...

Bu kadar entel dantel laftan sonra en kısacasını söyleyeyim, artık Tarantino'nun insanlık adına söylemek istediği şeyler var ve bunu söylemek için kendi adına yeni bir yolu var. Artık dünyaya karşı daha sorumlu, insanlara verilmiş bir parça kek yerine, onlar için yapılmış bir sanata geçişi var, yani Hitchcock'un yapmadığını yapmaya soyunuyor, her daim ucuz romanlar çeken biri için büyük ve umut verici bir geçiş.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Hedo 1 numara


Ülkemiz adına Orhun Ene'den beri sahaya aklını koyup takımı yöneten, sayı gerektiğinde sorumluluk alıp riske giren ve bu kararları takım adına alıp uygulayan, sahadaki coach diyebileceğimiz bir guard gelmedi. Bu pozisyon ya Kerem gibi istikrarsız ve titrek ya Ender ve Engin gibi savruk ve yetersiz oyuncularla dolduruldu. Şimdi silkinip dirilme vakti ve yaşam öpücüğü çok uzaklarda olmayabilir...

Genelde guard adam boyu kısa olan, cayır cayır top sürüp gerektiğinde bu özelliğini Aliço gibi zaman geçirmekte kullanan, arada elini havaya kaldırıp cümle aleme oynanacak seti gösteren, boş bulursa üçlük atıp, elinde çok top tuttuğu için faul kaçırmaması gereken adam olarak bilinir. Artık sadece bunlar yetmiyor meşhur bir söz vardır takımın guard'ın kadar güçlüdür diye onun için buradan Hidayet'in milli takımda guard oynaması için kampanya başlatmak istiyorum.

Niye Hidayet, bir kere Magic Johnson kadar boy var, Kukoç gibi pas atabiliyor, en az Noumoski kadar üçlük ve faul yüzdesi var, soğukkanlı, tecrübeli, sorumluk alan, ülkemiz adına şu an tek adam, bir guard için tek eksiği top sürmesi o da rakip tam saha pres yapacak da falan filan...

Fırsat buldukça Nba Tv de eski maçları seyrediyorum Magic Johnson kıçını kullanarak adamını potaya doğru itekleyip, boyunun avantajıyla hücumda kim yer değiştirirse -ki genellikle Abduljabbar oluyor-, ona asisti indiriyor, yani adamın asist sayısının çokluğu genel yetenek durumlarının yanında, boyunun uzunluğu sayesinde keza Mark Jackson adlı zatı muhteremde böyleydi zaten onun da dünya kadar asisti var. Boy konusunda mesela Yunanlıların guardı Papadopoulos tam da bu formata uyan bir adam öyle kıvrak falan değil, uçan kaçan hiç değil, getirip içeride en uygun adama pası verip, boş şutları sokuyor o kadar, pasları atarken o da boy uzunluğundan faydalanıyor.

Hedo bunu rahatlıkla yapabilir zaten sırtı dönük oynamayı seven bir adam, bir de guard pozisyonuna geçerse pasları ve oyun zekasıyla takımı bir boy büyütebilir yoksa Ender'in nah çekerek attığı üçlüklere talim edeceğiz.

7 Ağustos 2009 Cuma

Şef Memo


Şimdi konuyu değiştirip bambaşka taraflara yelken açma zamanı...

Konumuz Elle dergisinin son sayısında ünlü şef Mehmet Gürs'le yapılan röportaj, son yıllarda bu ülke adına birilerinin daha bir şeyler düşüdüğünü görmek adına umut verici...
Şimdi tanımayanları için kısa bir tanım yapalım...Mehmet Gürs, ülkemizin tanınan en büyük ahçı-şefidir, onlarca restoranın yanında kalburüstü denebilecek Mikla diye de bir restoranı olan, Mars Group gibi bir kuruluşla ortak haraket edip Num Num isimli restoran zincirini gittikçe büyüten, paraya para demeyen bir zati muhterem...Kendisini tanımam etmem sadece lokantalarında yemek yemişliğim vardır hatta bu röportaja kadar kendisi hakkında pek iyi şeyler düşündüğümde söylenemez.
Anahtar cümle aslında paraya para demeyen...
Artık hedef kitlesi oturmuş, değil Num Num, Zart Zart hatta Bok Bok diye lokanta açsa gene doldurup para basabilecek bir adamdan bahsediyoruz ve bu adam durum böyleyken, yaşadığı toprakların mahsüllerini, üretimlerini, yemeklerini araştırıp ünlü restoranında bunları işlemeye karar verecek kadar toplumu düşünen bunun için sermaye, emek harcayıp bunun riskini alabilen bir adammış, işte adam buymuş.
Peki ne yapacakmış?
Bundan sonra Mikla isimli lokantasında ithal ürün kullanmayacakmış. Anadolu'yu ve Trakya'yı gezecek oraların yerel mahsüllerini, ürünlerini araştırıp lokantası için alımları oralardan yapacakmış.
Gayet rahat hiç başını ağrıtmadan Num Num'larını çoğaltarak benzer konseptte onlarca restoran açarak, parasına para katabilecek bir adamken, böyle bir karar almış.
Meğersem Şef Memo, devletin ilkel, özel girişimin ticari olduğu bir ortamda, bırakalım mutfak kültürünü, üreticiyi-çiftçiyi, tek başına uygarlık anlamında büyük bir adım atabilecek bir yurtsevermiş...
İşte yurtseverlik-vatanseverlik bu aslında...Öyle hamaseten milliyetçilik-ulusalcılık değil, ülkene, yaşadığın toprağa, mahallene, komşuna, sokağına, işine, mesleğine sahip çıkabilme, bir gün gidecekmiş gibi değil sanki yüzlerce yıl yaşayacakmış gibi yurdunu düşünme. Anadolu'yu, Türk ili yapma hırsından ziyade, ürünüyle, insanıyla sevme-sahip çıkma. Hakkari'yle hiç bağlantısı olmayacak adamın orası için savaşmasının anlamsızlığının yanında, orada yetişecek bir tane turpun bile onun yaşamında etkisini görebilmesi-bilebilmesi.

Bir kez de Şef Memo için söyleyelim.
Bu uygarlık ateşini Anadolu'nun göbeğinde yakıp, dünyanın ortasında üfleyeceğiz, başka yolu yok.

4 Ağustos 2009 Salı

Arma'da re-vizyon

Logo-amblem-arma adına ne derseniz deyin hepsinin amacı kurumunuza kimlik kazandırmaktır, yani bunlar kurumların kimliğidir, peki kimlik değişir mi?
İsimler değişmez, tarzlar değişmez hele ki tarihi bir kurumsa, bunlar özellikle korunur ama iş görselliğe geldiğinde değişimden ziyade geliştirme her zaman elzem olmuştur.
Futbol dünyası da tıpkı markalar dünyası gibi davranır kurumsal kimlikleri vardır, onlar o takımın ruhudur kimse değiştiremez ama yenilenir, mesela İngilizler'in hepsi köklü kulüplerdir ve hemen hepsi kulüp armalarını yenilemiştir buradaki yenileme tamamen değiştirme değildir var olan temalar yeniden yorumlanır çağa uygun hale getirilir.

İşte bunu anlatmak için iki örnek...


Arsenal bu ambleme gelene kadar da bir çok revizyondan geçmiş ama bu revizyonların sonuncusu.
Bu son revizyonda yazı karakterini yenilemişler, top çizimi günümüz şartlarına göre yeniden yorumlanmış, gereksiz görülen ögeler atılmış, yeşil renk lacivertle değişmiş, alttaki yazı tamamen kaldırılmış...



Juventus'unki de aynen öyle bütün ana temalar korunmuş, hepsi yeniden ele alınıp, yeniden çizilmiş.


Bu iki örneği verdim ki konu iyi anlaşılsın diye yani bunlar bayrak veya isim gibi değişmez değiller bu örnekler çoğaldıkça çoğalır...

Ve işte asıl konumuz ben bizim armalarında böyle revizyonlara ihtiyacı olduğunu düşünüyorum hele ki futbol fedasyorumuzun acil olarak ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Bunun için kendim tasarımlar hazırladım ve buradan ilginize sunuyorum.


Bu Türkiye Futbol Federasyonu için hazırladığım çalışma, hemen yanında şu an kullanılan versiyonu bulunmakta, eski halinin karakterli ve yeterli olduğunu düşünmüyorum.
Ne yaptım revizyon olarak, bir kere yıllardır tekrar dönülmesini istediğimiz bantlı forma konseptini kullandım çünkü kırmızı bant ay-yıldızı çok iyi taşıyor, sonra Türkiye Futbol Federasyonu yazısını ekledim hem ne olduğu anlaşılsın, hem de yuvarlağın etrafında derli toplu dursun diye, bir de köklülüğü ve Cumhuriyet'le yaşıt olmasını vurgulamak için 1923 yazısını ayrı bir alanda yazdım, onun dışında sadece parlaklıklar vermek için çizgileri çoğalttım, eski halinde TFF yazısı armadan ayrı kopuk bir şekildeydi, ben toplu durmasının formalara dikiminden, her türlü kullanıma kadar daha uygun olduğunu düşünüyorum.


İşte en sevdiğim takım...

Bir kere ben şu an kullanımda olan armanını eskidiğini düşünüyorum, yazı karakteri veya çizgilerin primitifliği gözüme batıyor ve revizyonun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum, zaten bu armaya gelene kadar da armanın revizyonlar geçirdiği biliniyor hatta en eski arma 100.yıl formalarında kullanılmıştı.
Peki ben neler yaptım, bir kere kırmızıyı tamamen attım, kuruluş zamanlarındaki anlamları bir kenara, kesin olan bir şey var ki Fenerbahçe, İstanbul'un mavi takımıdır, Liverpool-Everton, Roma-Lazio hatta Coca Cola-Pepsi gibi İstanbul'da Reds'ler ve Blues'lar olarak ayrılmıştır ve kırmızının bizimle ilgisi kalmamıştır...
Sonra kalp'teki (shield) yatay olan sarı banttan vazgeçip artık değişmezimiz olmuş ve öyle kalacak olan çubuklu formunu kullanmak istedim. Eski armadaki gibi kalbi dışarı taşırıp, palamut yaprağındaki gereksiz çizgileri attım, type olarak eskiliğini vurgulamak için kolay kolay yaşlanmayacak zaten yaşlı olan serifli bir font kullandım. Üç yıldıza gelirsek orada bulunmaları değişimin zamanını vurgulamak içindir.
Bu çalışmayı yaklaşık bir yıl önce yapmıştım şimdi tekrar bakınca aslında revizyonların çokta az olmadığını düşünüyorum ama üzerinde konuşmaya değer.